“Fikri mülkiyet” aslında neden mülkiyet değildir?

Mülkiyetin temeliyle ilgili yazmış olduğum yazının üzerine fikri mülkiyet kavramına değinmek istiyorum. Liberteryenler arasında tartışma konusu olan birkaç konudan biri fikri mülkiyettir. Fikri mülkiyet kavramı kabaca bir fikrin yaratıcısına, o fikrin uygulandığı fiziksel mallar üzerinde kontrol yetkisi tanıyan bir hakkı ifade eder. Kimi liberteryenler fikri mülkiyetin meşru ve gerekli olduğunu iddia eder; kimisi ise buna şiddetle karşı çıkar. Bu yazı, fikri mülkiyetin reddedilmesi gerektiğini söyleyen görüşü ele alıyor. Mülkiyetin temel şartı: Kıt mal (scarcity) İnsanlar arasında uyuşmazlıkların ortaya çıkması mülkiyet kavramını daha iyi anlamamızı gerektiriyor. Liberteryen doğal hukuk teorisine göre; Bu kuralları neden kabul ettiğimiz sorusu bu yazının konusu değil. Mülkiyetin kazanımıyla ilgili liberteryen teoriyi ortaya koymuş olsak da fikri mülkiyeti bu teoriye nasıl uygulayacağımıza karar vermeden önce kavramın kendisini tartışmak daha doğru olacak. Herhangi bir mal üzerinde uyuşmazlık çıkması ve bu sebeple o malla ilgili kararı verecek olan kişinin tespit edilmesi gerekliliği ancak ve ancak o malın kıt olması durumunda mümkündür. Kıt olmayan mal, mülkiyete konu olamaz. Ancak ve ancak aynı mal üzerinde birden fazla insan anlaşmazlığa düşebilir. Soluduğumuz hava kıt olmadığı için iktisadi bir mal değildir, dileyen kişi nefes alarak havaya ulaşabilir (havanın bir şekilde toplanıp depolanması veya başka bir amaç uğruna birileri tarafından kullanılması gibi durumlarda yapılacak yorum da değişecektir). Hırsızlığa konu olan mal kıt olduğu için iki taraf arasında uyuşmazlık çıkmıştır; yaralama-öldürmenin uyuşmazlığa sebep olması insan bedenin kıt olmasından kaynaklanır. Borçların uyuşmazlık konusu olmasının sebebi sözleşmeye konu olan malların ve paranın kıt olmasıdır. Yalnızca kıt bir mal üzerinde farklı kişilerin farklı talepleri olursa uyuşmazlık ortaya çıkar. Sınırsız olan ve çaba sarf etmeksizin elde edilebilecek olan mal üzerinde uyuşmazlık çıkmaz; dolayısıyla mülkiyet kavramına ihtiyaç olmaz. Fikir/düşünce kıt mal mıdır? Fikir dediğimiz şey insan zihninde belli olguların bir araya gelerek soyut bir görüntü oluşturmasıdır. Fikrin kendisi somut ve kıt bir mal değildir; çünkü her insan herhangi bir fikri başka insanların mülkiyetlerine müdahale etmeksizin benimseyebilir. Basit bir örnekle somutlaştıralım. A kişisi doğada yanıcı olduğunu keşfettiği malları birbirine sürterek ateş yakılabileceğini ve ateşin kontrol altında tutulabileceğini fark ediyor. Bu yöntemin kendisi, başlı başına bir fikirdir. Fikir: “Doğadaki belli kaynakları belli şekilde reaksiyona sokunca ateş elde edilebilir”. Benzer şekilde, belli bir yöntemle ateş yaktıktan sonra ateşin üzerinde et pişirilebilir gibi bir fikir de söz konusu olabilir. B kişisi, A’nın yaptıklarını gözlemliyor ve anlıyor. A’nın doğada uygulamış olduğu fikir artık B’nin ve diğer insanların da zihinlerinde oluşabilen somut görüntüden ibaret. B, aynı yöntemi kullanarak kendi kaynaklarıyla kendi bölgesinde ateş yakıyor. Bu durumda A ile B arasında uyuşmazlık çıkar mı? A, B’nin hırsız olduğunu, kendisinden fikir çaldığını ileri sürebilir mi? B’nin yapmış olduğu şey, insan zihninde var olabilecek somut görüntüyü (bilgiyi, fikri) kendi mallarıyla başkasına hiçbir müdahale olmaksızın uygulamasıdır. A ile B arasında kıt mal üzerinde bir uyuşmazlık yoktur; her ikisi de kendi mülkiyetlerini kullanarak dilediklerini yapmakta serbesttir. İkisi de birbirine saldırmamaktadır. B’nin ateş yakma yöntemini A’dan öğrenmiş olması onun A’nın mülkiyetine saldırmış olduğu anlamına gelmez. A’nın bedeni, fikri, bilgisi ve malları hala A’nın hakimiyeti alanındadır. A, dilediği zaman dilediği fikri dilediği şekilde kullanmaya devam edebilir. Daha sonra B bu yöntemi kullanarak başka insanlar için ateş yakarsa ve bunun karşılığında onlardan mal alırsa A buna itiraz edebilir mi? B’nin A’ya ait(?) yöntemle refahını artırdığı iddia edilebilir mi? Benzer mantık bir mızrakla avlanmak, sağlam baraka inşa etmek için belli malzemeleri kullanmak, tahtaları belli şekilde birleştirerek suda yüzebilen bir araç üretmek gibi sayısız örnek için geçerlidir. Aynı mantık modern ekonomideki herhangi bir fikri mülkiyet için de geçerlidir. Bir şirket belli bir yöntemi ve bilgiyi kullanarak aşı üretmişse artık o bilgi ve yöntem herkesçe bilinebilir hale gelmiştir. (Elbette liberteryen düzende hiçbir şirket üretim yöntemini ve üretimin arkasındaki bilgiyi/fikri açıklamaya zorlanamaz). Yöntem ve bilgi başka insanlar tarafından benimsenmişse artık o insanlar da aynı yöntemi ve kendi mülklerini kullanarak aynı aşıyı üretebilir. Bu durumda yöntemi keşfeden şirketin mülküne bir saldırı gerçekleşmemiştir (üstteki ateş yakma örneğindeki gibi). Aşıyı bulan şirket, başka bir insanın aynı yöntemle aşı üretmesini ve aşıyı diğer insanlara para karşılığı satmasını engelleyemez. Engellerse ilk saldırıyı başlatmış olur. Pratiğe dair endişeler mülkiyet kavramını etkiler mi? Bu noktada insanların aklına bazı sorular takılır. Bilgi ve fikir mülkiyet kapsamına alınmazsa gelişmeler ve icatlar olabilir mi? İnsanların yeni şeyler bulmaya teşviki olur mu? Öncelikle böyle bir endişenin var olması, kıt olmayan bir şeyin mülkiyet kapsamına dahil edilmesini gerektirmez. Mülkiyet kavramını açıklamaya çalışmak, pratik hayatta arzu edilen sonucun ortaya çıkıp çıkmayacağını düşünmekten bağımsızdır. Aksi takdirde bir insan çıkıp köleliğin gerekli olduğunu, kölelik olmazsa insanların pamuk toplamaya teşvikinin olmayacağını da savunabilir. Pratik hayatta arzu edilen bir sonuç varsa eğer, o sonucu arzulayan kişi ve kişiler bir araya gelerek kendi mülklerini kullanacak ve belirlenen sonuca ulaşmaya çalışacaktır. Bir konsept, sadece ve sadece öyle arzu edildiği için mülkiyet kapsamına dahil olmaz. Ek olarak, modern fikri mülkiyet konsepti en fazla 300 yıllık bir geçmişe sahiptir. Günümüzdeki gibi fikri mülkiyet uygulamaları olmadan insanlık binlerce yıl boyunca gelişmiştir, üretmiştir. Son yüzyıllardaki gelişmenin görece daha fazla olmasının sebebi fikri mülkiyet koruması değil, sermaye birikimi, girişim, sanayi devrimi gibi unsurlardır. Fikri mülkiyet koruması olmaksızın insanların roman, şarkı, şiir yazmayacağı, yeni icatların peşinden gitmeyeceği, yeni ürünler ortaya koymayacağı fikri gerçeklikten uzak yersiz bir endişedir. Kaldı ki bir fikri ilk kez uygulayan kişi, belli bir süre için o ürünü piyasaya arz eden tek kişi olacaktır. Diğer insanların o fikri öğrenmesi, o fikrin uygulandığı ürünü piyasaya arz etmek için doğadaki kaynakları ve piyasadaki işgücünü toplaması, fikri daha kaliteli ve daha ucuz bir şekilde uygulaması zaman alacaktır. Bu zaman zarfı içinde fikrin yaratıcısı zaten belli bir refaha erişecektir. Bir süre sonra rakiplerin aynı fikirle üretime girişmesi serbest piyasadaki rekabet dediğimiz kavramın işlemesidir. Yaratılan fikirden kâr etme isteği, sözleşmelerle belli şekillerde uygulanabilir. Günümüzde dijital dünyada bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Kahve makinesinin üretilmesi için gerekli olan fikir mutlaka birileri tarafından ortaya atılmış ve uygulanmıştır. Gezegendeki herhangi bir insanın bu fikri kendi zihninde oluşturup kendi mallarıyla kahve makinesi yapması mümkündür. Ancak kahve makinesi üretiminde teşvik yokluğu gibi bir sorun yoktur. Kahve öğütücü, kalem, elektrik süpürgesi, bulaşık makinesi gibi sayısız ürünün arkasında bir fikir/yöntem yatar. Ancak bu fikir ve yöntem kimsenin tekelinde değildir (ya da olmamalıdır), herkesin kullanımına açıktır. Herkesin aynı fikirleri kullanıyor olması insanları üretimden

Ekonomiyi Doğru Anlamak – İktisada Avusturyan Bakış

Ekonomi biliminden ne anlaşılması gerektiğine ve iktisadın içeriğinin ne olduğuna dair farklı görüşler mevcut. Bu yazıda ekonomi bilimine nasıl bakılması gerektiğini Avusturya Ekolü perspektifinden anlatmaya çalışacağım. Praxeology İnsan eylemi bilimi anlamına gelen praksiyoloji Avusturya İktisat Okulu’nun benimsemiş olduğu metodolojidir. İnsanın eylemde bulunduğu gerçeğinden yola çıkarak tümdengelim yöntemiyle doğru teoremlere ve analizlere ulaşılabileceğini söyler. İktisat, insan eylemi biliminin alt dalıdır ve insan eyleminin anlaşılması ekonomiyi de anlaşılır hale getirecektir. Yalnızca birey eylemde bulunur, yalnızca birey tercih yapar. Bir grup insan toplu halde hareket etse bile aslında o grup içindeki bireyler tek tek eylemde bulunmaktadır. Öyleyse insan eylemini anlayıp açıklamaya ve bu sayede doğru ekonomik teoremler ortaya koymaya çalışalım. Ancak insan eylemini anlayabilirsek üretim, tüketim, tasarruf, sermaye, para, mal, yatırım, faiz, kira, emek, enflasyon, döviz, kriz, iş döngüsü gibi konuları doğru bir şekilde anlayabiliriz. Praksiyoloji ile diğer birkaç bilim dalı arasındaki farklara kısaca bakalım: Praksiyoloji; insanların eylemde bulunduğu, yani tercih ettikleri amaçlara ulaşmak için belli araçları kullandığı gerçeğinden yola çıkarak ulaşılan mantıksal çıkarımları konu edinir. Teknoloji; tercih edilen amaçlara nasıl ulaşılabileceği, hangi araçların nasıl kullanılabileceğine dair sorulara cevap arar. Psikoloji; insanların neden ve nasıl çeşitli amaçları hedefleyip benimsediklerine odaklanır. Etik; insanların hangi amaçları veya değerleri benimsemeleri gerektiği (should) sorusuyla ilgilenir. Tarih; geçmişte hedeflenen amaçları, bu amaçlara ulaşmak için hangi araçların kullanıldığını ve bu eylemlerin sonuçlarının ne olduğunu inceler. Temel praksiyolojik önermeler İnsan eylemde bulunur. Bu cümle bir gerçekliği ifade eder. İnsan eylemi, reflekslerden farklıdır; çünkü refleksler bilinçsizce gerçekleşir, insanın amaçladığı bir sonuca yönelmez. Hareket etmeyip de oturmayı, yatmayı seçen bir insan da praksiyolojik anlamda eylemde bulunmaktadır. Asla hareket etmeyen, asla eylemde bulunmayan bir insan zaten insan olmaktan çıkmış demektir ki bu durumda ne iktisadın ne de başka bir bilimin konusu olabilir. Eylem aksiyomundan yola çıkarak doğruluğundan emin olabileceğimiz önermelere bakalım. İnsan eylemi, belli araçları kullanarak mevcut durumdan daha iyi bir konuma geçmeyi amaçlayan davranıştır. Yukarıdaki cümle insanın eylemde bulunduğu gerçeğinden yola çıkarak, akıl yürütme ve tümdengelim yöntemiyle ulaşılan bir başka doğru cümledir. Bu cümleyi inkar etmek mümkün değildir. Çünkü inkar eden insan, tercih etmiş olduğu sonuca ulaşmak ve cümlenin aksini kanıtlamak amacıyla belli araçları (vücudunu veya teknolojik bir aracı) kullanmış demektir. Bu cümleyi inkar etme çabası, inkar eyleminin kendisi ve inkarın içeriği arasında bir çelişkiye yol açar. İnsan eylemi, mevcut durumun rahatsızlığını gidermek amacıyla mevcut seçenekler arasından en iyi/en uygun olduğu düşünülen seçeneğe yönelmiş olan harekettir. İnsan daha iyi bir konuma geçmek istemeseydi eylemde bulunmazdı. Eylem hangi amaca yönelmiş olursa olsun eylemde bulunan kişi için o amaç, mevcut diğer seçenekler arasındaki en iyi seçenektir. Elma yiyen bir insan, diğer bütün seçenekler arasından o zaman dilimi içinde en çok değer verdiği seçenek elma yemek olduğu için bunu seçmiştir. Her insan, her eyleminde mevcut seçenekleri yukarıdan aşağıya doğru sıralayarak en üste koyduğu seçeneği tercih eder. Bu sıralama işlemi kardinal değildir; ordinaldir. Yani bu tercihlerin matematiksel olarak ifade edilmesi mümkün değildir; ancak sıralama yaparak ortaya konması mümkündür. En üst sıraya elma yemeyi, ikinci sıraya sinemaya gitmeyi koyan insan elma yemeyi sinemaya gitmekten x kat fazla tercih ediyor diyemeyiz. Varabileceğimiz sonuç, o insanın o zaman zarfı içinde elma yemeyi sinemaya gitmekten (ve diğer tüm seçeneklerden) daha değerli gördüğüdür. Dikkat edilmesi gereken nokta praksiyolojinin alt dalı olan iktisadın insan eyleminin içeriğiyle ilgili herhangi bir değer yargısında bulunmamasıdır. Eylemin yöneldiği amacın iyi-kötü-güzel-çirkin-gerekli-gereksiz-mantıklı-saçma olmasından bahsedilemez. Önemli olan nokta, insanın hedeflediği amaca yönelmiş olduğu gerçeğinin tespit edilmesidir. Varabileceğimiz sonuç, eylemin yöneldiği amacın eylemde bulunan insan için bir değer ifade ediyor olduğu gerçeğidir. Her insan, bir amaca değer verdiği için eylemde bulunur. Eylemi tetikleyen psikolojik veya sosyolojik sebepler, iktisadın alanı değildir. “İnsan rasyonel midir?” tartışmasına dahil olmak artık daha kolaydır. Rasyonel tercih, herkes tarafından objektif olarak belirlenebilen bir olgu değildir; çünkü her insan farklı tercihlerin daha rasyonel olduğunu iddia edebilir. Praksiyolojideki temel nokta her insanın kendi bilinci, benliği, hayatı, bilgisi, inancı, duygu ve düşünceleri çerçevesinde amaçlı bir şekilde eylemde bulunuyor olmasıdır. Rasyonel kelimesi bu anlamda düşünülürse her insan eylemi elbette ki rasyoneldir. Ancak anlam karmaşasına mahal vermemek adına “insan eylemi amaçlı davranıştır” (human action is purposeful behavior) tespitini yapmak daha yerinde olacaktır. Bir insanın eyleminin rasyonel olmadığı, başka bir insan tarafından iddia edilemez. Çünkü eylemi gerçekleştiren aktör, kendi dünyası çerçevesinde amaçlı hareket etmektedir. Sıkça dile getirilen reklam/manipülasyon gibi etkenler “akıl dışı tercih” iddiasına gerekçe olamaz. Eylemde bulunan insanın tercihi zorlamaya/baskıya/şiddete/müdahaleye maruz kalmadığı sürece her insanın her eylemi o insan için akılcıdır. İnsan eylemi, süreç/zaman içinde gerçekleşir. Bütün eylemler mevcut zamanda başlar ve gelecekteki (yakın veya uzak gelecek) bir sonucun elde edilmesi amacını taşır. Yaşadığımız evrende zamandan bağımsız bir eylem düşünülemez. Eylem sonucunda ulaşılacak olan amaç zamana gerek duymaksızın anında gerçekleşebilseydi, insan eylemde bulunmazdı. İnsan eyleminin zaman içinde gerçekleşmesi ve insanın bir amaca yönelmesi, onun sınırsız bilgiye sahip olmadığını da göstermektedir. Sınırsız bilgiye sahip olsaydı, eylemde bulunması bir değişiklik yaratmayacaktı. Halbuki her eylem, bir değişiklik yaratma amacı güder. İnsan, mevcut durumunu değiştirmek istediği için eylemde bulunur. Buradan çıkan bir başka gerçeklik, içinde yaşadığımız evrenin belirsiz olması veya %100 belirli olmamasıdır. Yani insan eyleminin o insanın hayatında ne gibi bir değişikliğe sebep olacağı her zaman %100 olarak tahmin edilemez. Bu belirsizlik, insanın amaçlı hareket ettiği gerçeğini değiştirmemektedir. İnsan eylemine konu olan araçlar kıttır. İnsan, amacına ulaşmak için herhangi bir aracı seçmek zorundadır. Bunu yaparken de kendince en uygun gördüğü aracı kullanır. Bunun sebebi doğadaki kaynakların kıt olmasıdır. Zira kaynaklar kıt olmayıp sınırsız miktarda olsaydı zaten amaçlanan sonuca anında ulaşmak mümkün olurdu ve eylemde bulunmaya gerek kalmazdı. Bütün araçların sınırsız olduğu şeklinde uç örneği düşündüğümüzde bile zamanın ve eylemde bulunan insanın bedeninin kıt olması, inkar edilemeyecek gerçekliktir. Test/deney gerekli midir? Dikkat edersek yukarıda yapılan akıl yürütmelerin test edilmesi mümkün değildir. Biz bu cümlelerin gerçekliğini aklımızla algılıyoruz. Bunların test edilmesi mümkün olsa bile, test etmeye gerek yoktur. Çünkü her bir cümle, eylem aksiyomundan yola çıkarak tümdengelim yöntemiyle oluşturulmuştur. Eylem aksiyomunun doğruluğundan emin olduğumuza göre, mantıksal çıkarımlarla ulaştığımız diğer sonuçlar da doğru olmak zorundadır. Tarihte gerçekleşmiş herhangi bir olay veya tarihsel gerçekliklerden yola çıkılarak oluşturulan herhangi bir grafik/istatistik, yukarıda ulaştığımız önermeleri yanlışlayamaz. Kaldı ki insan, subjektif değerleri olan ve özgürce eylemde bulunma yeteneği olan bir varlık olduğuna göre insan eylemlerini teste tabi tutmak başlı başına

Hukuk sistemini tamamen serbest piyasaya bırakmak… Kaos mu yoksa refah ve özgürlük mü?

I- Giriş Özgürlüğün refah getireceğine inanan, ekonominin serbest piyasaya bırakılması gerektiğini düşünen insanların çok büyük bir çoğunluğu konu bir noktaya gelince sıkıntı yaşar: Hukukun özelleştirilmesi. Mahkemelerin ve güvenlik güçlerinin özelleştirilmesi fikri temelden sorunlu bir fikir gibi görünür. Fikrimce liberteryen hukuk teorisi ve dolayısıyla piyasanın tamamen serbest olması gerektiği fikri doğal hukuk, saldırmazlık prensibi, argümantasyon etiği, praksiyoloji gibi kavramlarla ispatlanabilir. Faydacı veya deneyci düşünmenin gereği yoktur. Ancak birçok insan serbest piyasada hukuk sisteminin işlemeyeceğini çeşitli senaryoları örnek göstererek iddia ettiği için burada pratik örneklere başvuracağım. Yani hukuk ismi verilen hizmetin dayanması gereken değer sisteminden ziyade kimlerin hangi yöntemlerle neyi gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğine dair açıklamalar yapacağım. Bunun için öncelikle hukukun nasıl anlaşılması gerektiğine dair yazımın okunması faydalı olacaktır. Devletin olmadığı, tamamen serbest bir piyasada hukuk ve güvenlik sistemi nasıl işler? Kaos çıkar mı? Öncelikle hukuk derken neyi kastettiğimizi açıklığa kavuşturmak gerekir. Hukuk dediğimiz şey belli bir düzeni amaçlar ve aslında kabaca birden fazla insan arasında çıkan uyuşmazlığın barışçıl yollarla çözülmesi anlamına gelir. Uyuşmazlıkların hakkaniyetli bir şekilde çözüme kavuşturulması ve haklı ve haksızın tespit edilmesi, adalet olgusuna hizmet edecektir. Uyuşmazlık yaşayan iki tarafla ilgili olarak ne gibi ihtimallerin söz konusu olduğunu düşünmeye çalışalım. Uyuşmazlık çözümü ya barışçıl bir yöntemle ya da saldırgan bir yöntemle ortaya çıkabilir. Uyuşmazlıktan kasıt, kıt bir mal üzerinde birden fazla kişinin mülkiyet iddiasında bulunmasıdır. Kolay anlaşılması açısından basit bir örnek üzerinden gidebiliriz. Örnek: A, B’ye ait olan telefonu çalmıştır. Daha sonra A ve B arasında uyuşmazlık başlar ve her ikisi de söz konusu telefonun kendisine ait olduğunu iddia eder… II – Barışçıl olmayan, kuvvete dayanan yöntem A- Haksız tarafın güç kullanması Buna göre haksız olduğunu bildiğimiz taraf, A, haklı olduğunu iddia eder ve hakkını kuvvet kullanarak elde etmeye çalışır. Bu durum aslında fiziksel anlamda güçlü olanın hayatta kalması anlamına gelir. Peki A böyle bir yöntemi benimser mi? Neden? A’nın B’yi öldürerek (veya başka şekilde bir güç kullanarak) uyuşmazlık konusu telefonu elinde tutmaya devam ettiğini düşünelim. Böyle bir şey gerçekleşirse eğer, A’nın haklı olduğu başka bir uyuşmazlıkta haksız olan kişi tarafından öldürülmesi tehlikesi de ortaya çıkar. (Haksız olduğu halde) Uyuşmazlığın diğer tarafını öldüren kişi, başka bir uyuşmazlıkta başkaları tarafından öldürülebileceğini kabul ettiğini eylemleriyle göstermiş demektir. Çünkü bu kişi “haksız olan taraf fiziksel güç kullanarak menfaat elde edebilir” fikrini savunuyordur. Öyleyse ertesi gün C gelip de A’ya ait başka bir eşyayı çalarsa ve A buna itiraz etmeye kalkarsa C tarafından öldürülebilir. A birçok uyuşmazlığı haksız olduğu halde kuvvet kullanarak çözse bile kendisi veya sevdiği bir insan er ya da geç bir başkası tarafından öldürülme riskiyle karşı karşıyadır. Bu sebeple haksız olan tarafın güç kullanma yöntemine başvurmayacağını düşünebiliriz. Düşünmekten de öte, insanlık tarihinde genel olarak böyle olduğunu da görüyoruz. Anlaşılacağı üzere güç kullanan taraf, uzun vadede zarar görecektir. Konunun ana fikrini kaçırmama açısından istisnalara bu yazıda değinmiyorum. B- Haklı tarafın güç kullanması Örnekte B’nin telefonu A’dan kuvvet yoluyla geri alması doğal hukuk açısından sorun yaratmaz. A, B’ye ait olan telefonu çalmıştır. Nihayetinde telefonun mülkiyeti B’ye aittir ve B’nin rızası olmaksızın telefonun mülkiyetinin bir başkasına geçmesi söz konusu olamaz. Birey, doğal hukuk gereği her ne kadar bunu yapmaya yetkili olsa da modern dünyada böyle bir yola başvurma ihtimali gittikçe düşecektir. Neden? Haklı olan tarafın hakkını tek başına ve güç kullanarak elde etmesi toplum tarafından (kişinin ailesi, arkadaşları, çevresi) şüpheyle karşılanır. Sonuçta insan eğer haklıysa neden bu haklılığını ispatlamak istemez, neden diğer insanlara da göstermek istemez? Yoksa çekindiği, saklamak istediği bir şey mi vardır? Yoksa aslında haksız mıdır? Kuvvet kullanarak başkasından bir eşya alan insanın haklı mı yoksa haksız mı olduğu nasıl bilinebilir? Kişi kendisinden çalınan malı geri almak için mi kuvvet kullanmıştır yoksa başkasına ait olan bir malı kuvvet kullanarak mı elde etmiştir? Yaygın kanının aksine, uyuşmazlık çözüm yöntemi tekel bir örgüte bağlanmadığı takdirde insanlar birbirini öldürmez. Çünkü bu şekilde kuvvet kullanma yöntemi, her iki taraf için de zararlıdır. İnsanlar kendi menfaatlerini düşündükleri için yıkımı, kaosu seçmez. Bu durum, insanları bir metodoloji oluşturmaya yöneltir. Bu metodoloji tahmin edileceği üzere kimin haklı/haksız olduğunun tespit edilmesi sürecidir. Uyuşmazlık yaşayan insanlar kimin haklı olduğunun ortaya çıkarılması için barışçıl bir yöntem belirler ve bu yöntemle beraber çıkacak olan sonuca tabi olur. Tekrar edeyim ki, insanların böyle barışçıl bir yöntem tercih etmesinin sebebi yukarıda anlattığım gibi diğer yöntemlerin kendileri için zararlı olmasıdır. Barışçıl uyuşmazlık çözüm yöntemi dışında bir yöntem belirleyen insanlar hem toplum tarafından dışlanma hem de ilerde bedensel zarar görme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. İnsanlığın belli bir noktadan sonra soyunun tükenmemiş olmasının sebebi, barışçıl yöntemi benimsemiş olmasıdır. III – Barışçıl yöntem Barışçıl yöntem nasıl belirlenecektir? Öncelikle doğası gereği barışçıl yöntem bir tespit etme amacı güder. “Uyuşmazlık konusu telefon A’ya mı yoksa B’ye mi aittir, hangisi telefon üzerinde yetki sahibidir?” sorusu cevaplanmaya çalışılır. Yapılan tespit, sürecin doğası gereği her iki taraf için de bağlayıcı olacaktır. Barışçıl yöntemle telefonun kime ait olduğunu kim tespit edecektir? A ve B arasında uyuşmazlık olduğuna göre uyuşmazlık çözme yetkisinin her ikisinde de olmayacağı barizdir. Çünkü her ikisi de kendisi lehine karar verecektir ve karşı taraf bunu kabul etmeyecektir. İki kişi arasındaki uyuşmazlığın üçüncü bir kişi tarafından çözüme kavuşturulmasının altında yatan temel mantık budur. Üçüncü bir kişi, M, uyuşmazlığı değerlendirecek ve kimin haklı olduğunu tespit edecektir. Hayati mesele bu noktada başlar. M kimdir, ne gibi özelliklere sahiptir, nasıl seçilir ve neden? Uyuşmazlığı çözecek olan tarafın özellikleri Üzerinde anlaşılan M kişisi taraflardan herhangi birinin arkadaşı, akrabası, çok sevdiği bir insan olabilir mi? Bu durumda M’nin taraflardan birinin lehine olacak şekilde uyuşmazlığı çözeceği şüphesi doğacaktır ve her iki taraf da bunu kabul etmez. Her iki taraf da haksız bir şekilde karşı taraf lehine karar verilmesini istemeyeceği için M’nin özellikleri kabaca ortaya çıkar. Güvenilirlik, tarafsızlık-objektiflik, uyuşmazlık çözme konusunda görece uzman olmak… Eğer M, bu özelliklere sahip değilse A ve/veya B tarafından uyuşmazlık çözüm merci olarak kabul edilmeme tehlikesi yaşayacaktır. Çünkü makul olan her insan, uyuşmazlığı çözecek olan kişinin somut ve nesnel bir şekilde bu işi yapmasını talep eder. Bu temel mantık üzerinden M’nin başkaca özelliklerini tahmin etmeye çalışabiliriz. M, keyfi olarak her zaman şikayet eden kişi lehine (örnekte B) karar veremez. Eğer M her zaman şikayet edilen aleyhine karar veriyorsa, haklı olduğu halde şikayet edilen insanlar M’yi

Hukuk neye göre düzenlenmelidir? Tek çözüm yöntemi olarak Liberteryenizm

Hak nedir, hukuk neye göre belirlenmelidir, adaletten anlaşılması gereken nedir? Bir insan ne zaman ve neden bir şeyi hak eder? Hangi durumlarda neden hak etmemiştir? Sosyal meselelerle ilgili yapılan yorumlar genelde yukarıdaki soruların etrafında döner. İdeolojiler bu sorunlara çözüm bulma iddiasındadır ve kendilerince bir sosyal düzen önerirler. Bir sosyal düzen önerisinde bulunan kişi, önerisinin doğası gereği bireyin kendi vücuduyla, doğadaki kaynaklarla ve diğer bireylerle olan ilişkisi hakkında analiz ve yorum yapmalı ve bir çözüm sunmalıdır. Amaç, bireyler arasında çıkacak olan uyuşmazlıkların çözülmesi, barışçıl bir sosyal düzenin kurulmasıdır. İddiam odur ki; birey özgürlüğünü ve serbest piyasayı baz alan liberteryenizm, yukarıda bahsedilen sorunlara çözüm bulabilecek tek düşünce sistemidir. Liberteryenizm dışında önerilecek herhangi bir ilke bu sorunlara akıl ve mantık çerçevesinde bir çözüm bulamamanın ötesinde, var olan sorunları daha da derinleştirip büyütmekten başka bir işe yaramaz. Neden? Liberteryenizmin ilkeleri nedir? Neden tek çözüm yöntemi liberteryen ilkeler olmak zorundadır? Daha net ve kolay anlaşılması açısından en baştan, sırayla ve örneklerle ilerlemenin faydalı olacağını düşünüyorum. I- Mülkiyet Mülkiyet nedir? Bir şeyi mülkiyete tabi kılan özellik nedir? Neden mülkiyet gibi bir kavram olmaksızın sosyal düzeni anlamlandıramayız? A- Mülkiyet kavramının kaçınılmaz olarak ortaya çıkması Dünya üzerinde tek bir insanın yaşadığını hayal edelim… Bu kişi, dünyadaki her türlü kaynağı dilediği gibi kullanabilecektir. Çünkü herhangi bir malı kullandığı zaman buna itiraz edecek olan ikinci bir kişi bulunmamaktadır. Ortada bir uyuşmazlık yoktur, kurulması gereken sosyal bir düzen bulunmamaktadır. Benzer şekilde, dünyada çok sayıda insanın yaşadığını ancak kaynakların sınırsız olduğunu hayal edelim… Bu sınırsız kaynaklara ulaşmanın hiçbir masrafı da olmasın. Bir insan herhangi bir şeyi dilediği zaman elde edebilsin. Böyle bir durumda insanlar arasında uyuşmazlık çıkmayacaktır. Çünkü herhangi bir malı elde etmek isteyen insanın parmaklarını şıklatması yeterlidir. Bir başkasının malvarlığını dert edinmek, buna itirazlarda bulunmak, bunun için bir çaba göstermektense neden tek bir hareketimle istediğim herhangi bir şeye sahip olmayayım ki? Gerçek dünyaya baktığımızda ise karşılaştığımız manzara birden fazla insanın varlığı ve doğadaki kaynakların sınırlı olduğu gerçeğidir. Kaynakların sınırlı olması her insanın her zaman her şeyi elde etmesinin mümkün olmadığını kabullenmeyi de gerektirir. Çünkü mümkün olsaydı, zaten kaynaklar sınırlı değil sınırsız olmuş olurdu. Sınırlı olan bu kaynakları elde edebilmek için bir eylemin, çabanın, masrafın varlığı şarttır. Öyleyse şu tespiti yapmamız yanlış olmayacaktır: Uyuşmazlık, birden fazla insanın aynı mal üzerinde aynı hak/yetki iddiasında bulunmasıdır. İlgili kıt malın ne şekilde kullanılacağına dair iki farklı talep aynı anda gerçekleştirilemeyeceği için uyuşmazlık vuku bulur. Örneğin; taraflardan biri malın bir başka insana devredilmesini ister, taraflardan diğeri ise aynı malı kendisi kullanmak ister. Bu iki talebin de gerçekleştirilmesinin imkanı yoktur. Birden fazla insanın aynı kıt malı farklı şekillerde kullanmak istemesi uyuşmazlığın temelini oluşturur. Peki o zaman bu uyuşmazlık nasıl ve neye göre çözülmelidir? Açıktır ki, uyuşmazlık konusu olan malın üzerinde kimin, neden yetki sahibi olduğunu tespit etmek ve ona göre karar vermek gerekir. Bir mal, ancak o malın meşru yetkilisi tarafından belli bir kullanıma özgülenebilir. Bu kaçınılmaz problemi çözebilmek adına her bir malın belli bir karar vericisinin olması gerekir. Kabaca, kıt bir mal üzerinde yetki sahibi olma konseptinin adı mülkiyettir. Malın karar vericisi ise malik olarak adlandırılır. Böylece herhangi bir malın ne şekilde kullanılacağına dair karar verme yetkisi o malın malikine ait olacaktır. Masanın üzerinde bir elma var ise, bu elmanın başkasına verilmesi, tüketilmesi, çöpe atılması gibi seçenekler arasından hangisinin tercih edileceğine o elmanın maliki karar verir. Elmanın maliki olmayan insanların da taleplerini dikkate almak, elmanın belli bir şekilde kullanılmasını engeller. Zira aynı obje, birbiriyle çelişen amaçlar uğruna aynı anda kullanılamaz. Bir elmanın tüketilmesi ve aynı zamanda bir başkasına satılması mümkün değildir. İşte mülkiyet kavramı, uyuşmazlıkların çözümü için olmazsa olmaz bir konsepttir. Her bir malın maliki varsa, her bir malın ne şekilde kullanılacağı da objektif olarak belirlenebilecektir. A kişisi maliki olduğu elmasını yiyebilir, B kişisi maliki olduğu elmasını bir başkasına devredebilir. Uyuşmazlık çıkması durumunda ise mülkiyet konseptini dikkate alarak uyuşmazlığı objektif bir şekilde çözüme kavuşturmak mümkün hale gelir. Sonuç olarak sınırsız ve masrafsız bir doğada yaşamıyor olduğumuz gerçeği bizi otomatik olarak mülkiyet kavramına götürür. Mülkiyet kavramının zaruri olmasının gerekçesi budur. Mülkiyet, bireyler arası uyuşmazlığı en aza indirme ve mevcut uyuşmazlıkları çözme konusunda hayati bir rol oynar. Bu aşamadan sonra kimin, hangi malın maliki olacağının tespit edilmesi meselesi devreye girer. B- Öz sahiplik Üzerinde düşünülmesi gereken ilk konu, bireyin bedeniyle ilgili olarak kimin söz sahibi olduğudur. Aklı başında olan herkes bu sorunun cevabını “bir kişinin bedeni o kişiye aittir” şeklinde cevaplar. Ancak maalesef iş uygulamaya ve değerleri savunmaya geldiğinde insanların çok küçük bir kısmı bu ilkeyi istisna olmaksızın savunur. Bireyin bedeni, doğada bulunan kıt mallardan bir tanesidir. A kişisinin vücudu tek bir tane olduğuna göre mantıken sınırsız değildir. A kişisinin bedeni üzerinde birden fazla kişinin farklı taleplerde bulunması bir uyuşmazlık doğurur. A’nın bedeni (emeği) bir baraka inşasında mı kullanılmalıdır, su kaynağından kovayla su taşımak amacıyla mı kullanılmalıdır? Yoksa diğer sonsuz seçenekten bir tanesi için mi kullanılmalıdır? A’nın yiyeceği/içeceği şeyler ne olmalıdır? A’nın vücuduna yapılabilecek/yapılamayacak şeyler nelerdir ve buna kim karar verir? Görüleceği üzere beden üzerinde uyuşmazlık çıkar ve bu uyuşmazlığın tek çözüm yöntemi mülkiyettir. O bedenin maliki kimse, bedenle ilgili karar verecek olan da o kişidir. Bir insan vücudunun mülkiyeti, o vücutla ilgili karar verme yetkisine atıf yapar ve öz sahiplik (self-ownership) ilkesine göre her insan kendi bedeninin malikidir. Akla ve mantığa uygun bir şekilde bu tespitten farklı bir tespit yapmak mümkün değildir. Birey ile kendi bedeni üzerinde objektif bir bağlantının bulunması, beden üzerinde hak iddia edebilecek tek kişinin o kişi olması söz konusudur. Aksi takdirde bir insanın bedeni bir başkasına mı ait olmalıdır yoksa birden fazla sayıdaki başka kişilere mi? Yoksa herkese mi ait olmalıdır? Bu sorulardan birine evet diyen kişinin gerekçesi ne olabilir? A kişisinin bedeni neden B’ye veya B+C+D’ye veya herkese ait olsun? Böyle bir iddiayı temellendirmenin mümkün olmadığı ortadadır. Zaten A’nın bedeninin bir başkasına ait kabul edilmesi zorlamaya dayanan kölelik değil de nedir? Kaldı ki temellendirilmesi yapılamayan bu iddia uygulamaya konsa bile kararlar neye göre verilecektir? A’nın bedenini kim(ler) hangi yönde kullanacaktır? Buna kim nasıl karar verecektir? Oylama mı yapılacaktır, çoğunluğun kararı mı geçerli olacaktır? Çoğunluğun tercihi dikkate alınacaksa, azınlıkta kalanların herhangi bir yetkisinin olmadığı sonucuna varmaz mıyız? A’nın bedeni tanrı veya benzer