Devlet paramıza nasıl el koydu ve paramızla ne yapıyor?

Para, belli bir toplumda genel kabul görmüş mübadele aracıdır. Tarih boyunca toplumlar iktisadi bir malı mübadele aracı olarak kabul etmiş ve bu sayede iş birliğini, üretimi, refahı artırmışlardır. Para, genel kabul gördüğü ve herhangi bir ürün veya hizmeti satın alabildiği için ayrı bir öneme sahiptir. Paranın bu özelliğinin kaybolmaması için gereken en temel koşullardan biri paranın arzının kısıtlı olması, yani para miktarının fazlaca artırılamamasıdır (ayrıntılı bilgi için bkz: Para nedir, nasıl ortaya çıkmıştır, ne işe yarar?) Serbest bankacılık ve arzı kolayca artırılamayan para sayesinde bir piyasada paranın satın alma gücü ve fiyatlar serbestçe, yani arz-talep durumuna göre ortaya çıkar. Serbest piyasada denge fiyatı artan ürünlere olan talep zamanla düşmeye eğilimli olacaktır. Diğer her şey sabitken bir ürünün fiyatının artması, o ürüne olan talebi azaltır. Piyasada bütün ürünlerin fiyatlarının sürekli artmasını engelleyen şey, para miktarının sınırsız olmaması ve insanların taleplerini mecburen kısmak zorunda kalmalarıdır. Bir sektörde gerçekleşen fiyat artışı o sektöre olan talebi azaltır ve başka bir sektöre talep artar veya insanlar paralarını bir süre saklayıp gelecekte kullanmak ister. Ancak özellikle 20. yy’den itibaren fiyatlar sürekli artar, buna rağmen talep de sürekli artar ve sonsuz bir döngü oluşur. Normal şartlarda gerçekleşmesi mümkün olmayan bu durum, nasıl mümkün hale gelmiştir? “Tüketim çılgınlığı” kapitalizmin, yani serbest piyasanın bir özelliği midir yoksa fark etmesi daha zor olan başka bir olay mı devamlı tüketime teşvik eder? 1-) Parada (altında) sahtecilik Parada sahteciliğin ilk yöntemi, para olarak seçilen iktisadi malın miktarında (ağırlığında) değişiklik yapmaktır. Paranın kontrolünü elinde bulunduran banka (veya kral, padişah vs.) ticaret yaptığı kişiye 10 gr altın (gümüş veya başka bir maden de olabilir) verdiğini söyler; ancak o altının bir kısmını söküp yerine başka bir metal veya belli olmayacak bir karışım eklemiştir. Toplam miktar 10 gr olmasına rağmen saf altın miktarı 9,5 gr olur. Altını alan kişi bir süre sonra bunu fark ettiği zaman 0,5 gr altını çoktan çalınmıştır. Bu dolandırıcılık yöntemi fark edildikten sonra bundan kaçınmak için yöntemler geliştirmek kolaylaşır. Alış verişlerde kullanılan altın ayrıntılı bir şekilde incelenebilir ve kaç gr saf olduğu tespit edilebilir. Böylece bu yöntem ancak geniş yetkileri olan merkezi kurumlar tarafından zora dayalı olarak uzun süre devam ettirilebilir. 2-) Kağıt parada sahtecilik Kağıt para aslında para değildir. Taşıma kolaylığı ve güvenliği sebebiyle altının ağırlığına karşılık gelen ve hamiline altını talep etme hakkı doğuran bir belgedir. Bir bankanın kasasında 100 kg altın varsa o altınların tamamı müşterilere aittir. Müşteriler ise altının kendisini kullanmak yerine bankanın çıkardığı ilgili kağıt parçalarını (günümüzde “kağıt para”) kullanır. Altın, yani insanların parası güvenilir (?) ellerdedir. İnsanlar altını nasıl olsa tüketim amacıyla kullanmayacakları için çoğu zaman kağıt parçalarıyla hayatlarını devam ettirir. Bir süre sonra bankanın dikkatini çeken bir durum oluşur: Bankanın müşterilerinin tamamının aynı anda gelip kağıt parçalarını ibraz ederek paralarını geri istemeleri neredeyse imkansızdır. Çünkü toplum, parayı mübadele aracı olarak kullanır, müşterilerin belli bir kısmı paralarını talep edecek olsa da hiçbir zaman hepsi talep etmeyecek gibidir. Banka bu durumu kendi lehine çevirebilir mi? Mademki bütün müşterilerin aynı anda paralarını talep etmesi çok düşük ihtimaldir, öyleyse bankanın ekstra kağıt parçası düzenleyip piyasaya sürmesi risksiz bir faaliyet değil midir? Kasasında 100 kg altını ve piyasada 100 birim kağıt parçası olan banka, ek olarak 20 birim kağıt parçası düzenler ve bunu bir ürün veya hizmet satın almak için kullanır. Normal şartlarda piyasada güvene sahip olan bu bankanın kağıdı kimseyi şüphelendirmeyecektir ve herkes o kağıt karşılığı ürün veya hizmet sunmaya isteklidir. Çünkü o kağıt parçasının karşılık geldiği bir altın miktarı vardır. Tam bu noktada önümüzdeki tablo nedir? Kasasında 100 kg altını ve piyasada 120 birim kağıt parçası olan banka ve 20 birimlik kağıt parçası karşılığında bankaya ürün satmış olan birey. Farz edelim ki bütün müşteriler aynı anda kağıt parçalarını bankaya ibraz edip altınlarını talep ettiler. Banka, 120 birimlik kağıt parçasına karşılık gelen 120 kg altını müşterilere vermek zorunda kalır. En son 20 birimlik kağıt parçasını elinde bulunduran kişiye 20 kg altın veremeyecektir, çünkü kasasında baştan beri 100 kg altın vardır. Normal şartlarda bu durum mülkiyet ihlalidir ve bankanın o borcunu bir şekilde ödemesi gerekir. Bankanın bu şekilde sürekli olarak faaliyette bulunması, silah tehdidi uygulamasıyla olur. Zira silah tehdidi (zorlama) yoksa mülkiyet, mülkiyetin asıl sahibinin eline geçecek şekilde düzenlenecektir. Bu yöntem, tarihte kimi bankalarca kullanılmıştır ve bu bankalar müşterilerinin aleyhine zenginleşmiştir. Piyasada 500 birim parası dönen bankanın kasasında bu 500 birimin bir kısmı gerçek para (altın, gümüş vs.) olarak durur. Bu kısmi rezerv sistemi, ilerde merkezi otoritelerin de dahil olmasıyla yıkıcı sonuçlara sebep olacaktır. 3-) Bankaların bankası doğuyor: Merkez bankaları ne işe yarar? Günümüzdeki merkez bankalarına (MB) benzer ilk örnek 1694’te kurulan Bank of England idi. 1844 Bank Charter Act ile beraber yetkileri de genişledi. Zamanla diğer büyük ülkelerde benzer şekilde merkez bankaları kurdu ve nihayet ABD’de FED‘in kurulması 1913’te gerçekleşti. Merkez bankası kağıt üstünde “özel” de olsa her zaman merkezi örgütün kontrolünde bir tekeldi ve temelde 2 rolü vardı: a-) Devletin borçlarını finanse etmek ve b-) ülkedeki bankaların monopolü haline gelip serbest piyasadaki paranın sınırlı olma özelliğini ortadan kaldırarak sürekli bir şekilde parasal genişlemeye başvurmak. MB, devlet tarafından kabaca “bankaların bankası” ve son başvurulacak kredi mercii (lender of last resort) olarak kabul edildi. Kağıt para basma yetkisi ve tekeli MB’ye tanındı. Devletin yaptığı harcamalar normal şartlarda altına bağlıydı, çünkü paranın kendisi altındı. MB ise kasadaki altın miktarından daha fazlasına denk gelecek şekilde kağıt para bastı ve bu şekilde devletin sürekli borçlanmasına, sürekli harcama yapmasına, genişleyip güçlenmesine yardım etti. MB artık devletin kasası ve bütün bankaların bankasıydı. Herhangi bir banka borçları yüzünden batacak gibi olursa MB’nin desteğiyle batmaktan kurtulabiliyordu. Halbuki müdahalesiz piyasada batacak olan bir şirket ancak borçlarını ödeyerek veya alacaklılar tarafından affedilerek batmaktan kurtulabilirdi. Bütün bu süreçte “fakirlere yardım, eşitlik, adalet” gibi kavramlar bahane olarak bol bol kullanıldı. En yıkıcı savaşlar, en yüksek kamu harcamalarının gerçekleştiği dönem, merkez bankalarının kurulup güçlendiği dönemlerde oldu. Kısmi rezerv bankacılığı devlet, merkez bankası ve diğer bankaların el birliğiyle tekelleştirildi. 1933’te Franklin D. Roosevelt başkanlığındaki ABD yönetimi, vatandaşların ellerindeki altınların FED’e devredilmesini ve karşılığında kağıt banknot verilmesini emreden bir karar aldı. Altın bulundurmak ve altını devlete teslim etmemek artık suçtu. Great Depression‘ın suçu borsaya, şirketlere, serbest piyasaya atıldığı için para konusunda köklü değişimlere gitmek artık daha kolay olacaktı. 1944’te devletler bir araya gelerek Bretton Woods sisteminde anlaştılar. Buna göre ABD Doları,

Anti-liberteryenlik temellendirilebilir mi? Argümantasyon etiği üzerine

Hans-Hermann Hoppe’nin ortaya attığı argümantasyon etiği önemli bir iddiada bulunur: Liberteryen mülkiyet teorisini reddeden hiçbir görüş argümantasyona dayalı olarak savunulamaz. Liberteryen olmayan bir görüşü savunan kişi, bu savunmayı ortaya koyduğu anda performatif çelişkiye düşer. 1-) Argümantasyonun içeriği Konuşurken ağzımızdan çıkan cümleler her zaman argümantasyon şeklinde ortaya çıkmaz. En sevdiği rengi belirten, geçmişte yaptıklarını veya gelecekte yapmayı planladıklarını anlatan insan argüman sunmuş olmaz. Ancak bir doğruluk/yanlışlık iddiasında bulunuyor olmak bir argüman sunmuş olmak demektir. Bütün doğruluk iddiaları bir argüman şeklinde ortaya çıkar. Doğruluk iddialarının argüman şeklinde ortaya çıktığı tespiti yanlışlanamaz; çünkü bunu reddetmeye yönelik herhangi bir iddia da argüman şeklinde ortaya çıkmak zorundadır. Bu tespiti reddetmek kişiyi performatif bir çelişkiye düşürür. Sonuç olarak bu tespiti (doğruluk iddialarının argüman şeklinde ortaya çıktığı tespitini) reddeden herhangi bir iddianın yanlış olduğunu kesin olarak bilebiliriz. Dolayısıyla bir iddianın kesin doğru veya yanlış olduğunu tespit etmek bazı durumlarda mümkündür. A-) Olgulara yönelik argümantasyon Dünya’nın tepsi şeklinde olduğu, bir bölgede belli sayıda insan yaşadığı, bir binanın 20 metre uzunluğunda olduğu şeklindeki iddialar olgular üzerine argümantasyonlardır. Zıt görüşteki iki insan Dünya’nın şekli üzerine tartışırken kendilerince makul buldukları yöntem ve argümanlarla tartışıp iddialarının doğru olduğunu ispatlamaya çalışırlar. Tartışmanın doğasına yönelik ayrıntılara birazdan değineceğim. Olgular üzerine yapılan tartışmalar bir çatışma yaratmaz. Dünya’nın düz olduğunu öne süren bir insan ile yuvarlak olduğunu öne süren insan, birbirlerini ikna etmeye gerek kalmaksızın ortamı terk edip kendi fikirlerini benimsemeye devam edebilirler. Ancak bu şekilde barışçıl bir ayrılma, normlara yönelik tartışmalarda gerçekleşmeyebilir. B-) Normlara yönelik argümantasyon Normlara yönelik argümanlar bir önermenin doğru/yanlış, iyi/kötü, adil/adaletsiz olduğuna yönelik argümanlardır. Hırsızlığın, tecavüzün, bir mal alış-verişinin iyi veya kötü olduğuna dair iddialar bu kategoriye girer. İki insandan bir tanesi diğerinin malına el koyarsa bu el koyma işleminin doğruluğu/adilliği üzerine bir tartışma yürütülebilir ve öne sürülen görüşler de belli bir şekilde temellendirilecektir. Normlar üzerine tartışmanın amacı, doğru/yanlış üzerine yapılan tespitlerle ilgili bir karara varmaktır. Daha sonra o konuya ilişkin her türlü sorunun çözümünde üzerinde uzlaşılmış olan kural uygulama alanı bulacaktır. Bir örnekle açıklayayım: A ve B, hırsızlığın iyi/kötü olup olmamasıyla ilgili bir tartışmaya giriyor. Farz edelim ki her ikisi de hırsızlığın kötü olduğunu, rıza olmaksızın kendi mallarının başkalarına geçmemesi gerektiğini düşünüyor. Her ikisi de hırsızlığın kabul edilemez olduğu iddiasını ortaya atıyor. Her ikisinin de aynı doğruluk iddiasında bulunması, her ikisinin de gelecekte hırsızlıkla ilgili olaylara bu doğruluk iddiasını uygulatmak istediklerini gösterir. Bir süre sonra A, B’nin malını çalarsa ve geri vermemek için her türlü şiddete başvurursa en başta yapılan tartışmanın hiçbir anlamı kalmaz. A ve B’nin saldırgan olmadığı, argümantasyon ve gerekçelendirmeye dayalı olarak bir kural üzerinde uzlaştıkları varsayımında artık her ikisi de daha önce uzlaşıp karara vardıkları kurala göre hayatlarını devam ettirecektir. Yani argümantasyonun asıl amacı, sadece tartışma esnasında bazı iddiaları ve kuralları ortaya atıp daha sonra keyfi bir şekilde bu kuralları bozmak değil, o kurala göre gelecekteki tüm sorunları çözüme kavuşturmaktır. Aksi takdirde tartışmanın, argümantasyonun, gerekçelendirmenin hiçbir anlamı olmazdı. Bir tartışmada “hırsızlık kabul edilmemelidir” dedikten sonra karşımdaki kişinin malını çalarsam, yapmış olduğum şey bir argümantasyon ve gerekçelendirme değildir; açık bir şekilde saldırganlıktır. Saldırganlık ve argümantasyon arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak için Hoppe’nin tezini yakından inceleyelim. 2-) Argümantasyonun ön koşulları: Öz sahiplik, homesteading, gönüllü alış-veriş Normlara yönelik bir tartışmaya katılan her insan, yani belli bir doğruluk iddiasıyla ilgili bir gerekçelendirme çabasına girişen her insan, belli bazı değerleri benimsemiştir. Bu değerleri benimseyip benimsemediğini açıkça dile getirmese bile argümantasyonun kendisi bu ön kabulleri içerir. “Argümantasyona dahil olma eylemi”, argümantasyonun gerektirdiği ön koşulların argümantasyona dahil olan kişi tarafından kabul edildiğini gösterir. Peki nedir bu ön koşullar? İki insanın normlara yönelik bir tartışma yürütebilmesi için öncelikle her ikisinin de kendi bedenleri üzerinde tam yetki sahibi olmaları gerekir. Taraflardan biri, diğer taraf veya başka bir insan tarafından fiziksel şiddet yoluyla belli argümanları öne sürmeye zorlanmışsa o kişinin bir argüman öne sürdüğü iddia edilemez. Çünkü o kişi kendi bedeni ve zihnini kullanmamaktadır; onu fiziksel şiddetle zorlayan bir başka insanın arzularını yerine getirmektedir. Bu sebeple, bir argümantasyondan bahsedilebilmesi için tartışmaya katılan tarafların kendi bedenleri üzerindeki öz sahiplik yetkilerinin zedelenmemiş olması bir ön şarttır. Tartışmaya katılan her iki tarafın da o zamana kadar sahiplenmiş olduğu malları argümantasyonu desteklemek amacıyla kullanması engellenemez. Basit örnekle; tezinin doğruluğunu B’ye karşı ispatlamak isteyen A, yanında kağıt, kalem, kitap ve bir dal parçası getirir. A’nın bu araçları kullanarak tezini doğrulmaya çalışması mümkündür. B, A’nın bu araçları kullanmasına karşı çıkamaz. Karşı çıkabilmesi için A’nın o araçları B’den veya bir başkasından fiziksel şiddet yoluyla elde ettiğini ispatlaması gerekir. Ancak böyle bir durum yoksa A, sahipsiz malı sahiplenerek (dal parçası) veya gönüllü alış-verişe başvurarak (kağıt, kalem, kitap) elde ettiği araçları kullanabilecektir. Aynı şey B için de geçerlidir. B de yanında diz üstü bilgisayar, hesap makinesi, tartı gibi herhangi bir aracı getirmekte serbesttir. İki taraf da karşısındaki kişinin ilgili mallara erişimini engelleyemez. Engellerse, bunun adı argümantasyon olmaz; yine açık bir fiziksel şiddet söz konusu olur. Öyleyse argümantasyona dahil olan taraflar a-) her iki tarafın da kendi bedeni üzerinde tam söz hakkı sahibi olduğunu, b-) her iki tarafın da bir başka insanla çatışma içine girmeksizin elde etmiş olduğu mallara sahip olduğunu kabul etmiştir. Her iki tarafın da bu ön koşulları kabul ettiğine dair tespit, her iki tarafın da argümantasyona dahil olma eylemini tercih etmelerinden kaynaklanır. Bu eylemin gerçekleşmiş olması, yani iki kişinin özgürce argümantasyona dahil olması, iki tarafın da yukarıda bahsedilen koşulları kabul ettiğinin göstergesidir. Liberteryen ilkeler olan öz sahiplik, homesteading, gönüllü alış-veriş hakkında daha ayrıntılı analiz için şu yazıyı okuyabilirsiniz. 3-) Performatif çelişki Ağzını ve dilini kullanarak “Ben şu anda konuşmuyorum” diyen kişi performatif çelişkiye düşer. O kelimeleri sarf etme eylemi, kişinin konuştuğunu gösterir. Kişinin konuştuğu tespitine onun eylemine bakarak aklımızla ulaşırız. Ancak kişinin ağzından çıkan kelimeler bütünü ise kişinin konuşmadığı iddiasında bulunur. Ortaya çıkan bu çelişki “ben şu anda konuşmuyorum” cümlesinin kesinlikle yanlış olduğunu tespit edebilmemizi sağlar. Bu kısmın önemli olmasının sebebi, ortaya atılan bir tezin yanlışlığının objektif olarak tespit edilmesidir. A, ortaya bir tez atarken performatif çelişkiye düşerse B’nin öznel değer yargılarıyla A’yı yanlışlamasına gerek kalmaz. B, A’nın tezinin doğru olmadığını sadece A’nın çelişkiye düştüğünü göstererek ispatlayabilir. “Öne sürdüğün tez hoşuma gitmedi, o yüzden bu tez yanlış” gibi bir itiraz değil, objektif bir itiraz

“Fikri mülkiyet” aslında neden mülkiyet değildir?

Mülkiyetin temeliyle ilgili yazmış olduğum yazının üzerine fikri mülkiyet kavramına değinmek istiyorum. Liberteryenler arasında tartışma konusu olan birkaç konudan biri fikri mülkiyettir. Fikri mülkiyet kavramı kabaca bir fikrin yaratıcısına, o fikrin uygulandığı fiziksel mallar üzerinde kontrol yetkisi tanıyan bir hakkı ifade eder. Kimi liberteryenler fikri mülkiyetin meşru ve gerekli olduğunu iddia eder; kimisi ise buna şiddetle karşı çıkar. Bu yazı, fikri mülkiyetin reddedilmesi gerektiğini söyleyen görüşü ele alıyor. Mülkiyetin temel şartı: Kıt mal (scarcity) İnsanlar arasında uyuşmazlıkların ortaya çıkması mülkiyet kavramını daha iyi anlamamızı gerektiriyor. Liberteryen doğal hukuk teorisine göre; Bu kuralları neden kabul ettiğimiz sorusu bu yazının konusu değil. Mülkiyetin kazanımıyla ilgili liberteryen teoriyi ortaya koymuş olsak da fikri mülkiyeti bu teoriye nasıl uygulayacağımıza karar vermeden önce kavramın kendisini tartışmak daha doğru olacak. Herhangi bir mal üzerinde uyuşmazlık çıkması ve bu sebeple o malla ilgili kararı verecek olan kişinin tespit edilmesi gerekliliği ancak ve ancak o malın kıt olması durumunda mümkündür. Kıt olmayan mal, mülkiyete konu olamaz. Ancak ve ancak aynı mal üzerinde birden fazla insan anlaşmazlığa düşebilir. Soluduğumuz hava kıt olmadığı için iktisadi bir mal değildir, dileyen kişi nefes alarak havaya ulaşabilir (havanın bir şekilde toplanıp depolanması veya başka bir amaç uğruna birileri tarafından kullanılması gibi durumlarda yapılacak yorum da değişecektir). Hırsızlığa konu olan mal kıt olduğu için iki taraf arasında uyuşmazlık çıkmıştır; yaralama-öldürmenin uyuşmazlığa sebep olması insan bedenin kıt olmasından kaynaklanır. Borçların uyuşmazlık konusu olmasının sebebi sözleşmeye konu olan malların ve paranın kıt olmasıdır. Yalnızca kıt bir mal üzerinde farklı kişilerin farklı talepleri olursa uyuşmazlık ortaya çıkar. Sınırsız olan ve çaba sarf etmeksizin elde edilebilecek olan mal üzerinde uyuşmazlık çıkmaz; dolayısıyla mülkiyet kavramına ihtiyaç olmaz. Fikir/düşünce kıt mal mıdır? Fikir dediğimiz şey insan zihninde belli olguların bir araya gelerek soyut bir görüntü oluşturmasıdır. Fikrin kendisi somut ve kıt bir mal değildir; çünkü her insan herhangi bir fikri başka insanların mülkiyetlerine müdahale etmeksizin benimseyebilir. Basit bir örnekle somutlaştıralım. A kişisi doğada yanıcı olduğunu keşfettiği malları birbirine sürterek ateş yakılabileceğini ve ateşin kontrol altında tutulabileceğini fark ediyor. Bu yöntemin kendisi, başlı başına bir fikirdir. Fikir: “Doğadaki belli kaynakları belli şekilde reaksiyona sokunca ateş elde edilebilir”. Benzer şekilde, belli bir yöntemle ateş yaktıktan sonra ateşin üzerinde et pişirilebilir gibi bir fikir de söz konusu olabilir. B kişisi, A’nın yaptıklarını gözlemliyor ve anlıyor. A’nın doğada uygulamış olduğu fikir artık B’nin ve diğer insanların da zihinlerinde oluşabilen somut görüntüden ibaret. B, aynı yöntemi kullanarak kendi kaynaklarıyla kendi bölgesinde ateş yakıyor. Bu durumda A ile B arasında uyuşmazlık çıkar mı? A, B’nin hırsız olduğunu, kendisinden fikir çaldığını ileri sürebilir mi? B’nin yapmış olduğu şey, insan zihninde var olabilecek somut görüntüyü (bilgiyi, fikri) kendi mallarıyla başkasına hiçbir müdahale olmaksızın uygulamasıdır. A ile B arasında kıt mal üzerinde bir uyuşmazlık yoktur; her ikisi de kendi mülkiyetlerini kullanarak dilediklerini yapmakta serbesttir. İkisi de birbirine saldırmamaktadır. B’nin ateş yakma yöntemini A’dan öğrenmiş olması onun A’nın mülkiyetine saldırmış olduğu anlamına gelmez. A’nın bedeni, fikri, bilgisi ve malları hala A’nın hakimiyeti alanındadır. A, dilediği zaman dilediği fikri dilediği şekilde kullanmaya devam edebilir. Daha sonra B bu yöntemi kullanarak başka insanlar için ateş yakarsa ve bunun karşılığında onlardan mal alırsa A buna itiraz edebilir mi? B’nin A’ya ait(?) yöntemle refahını artırdığı iddia edilebilir mi? Benzer mantık bir mızrakla avlanmak, sağlam baraka inşa etmek için belli malzemeleri kullanmak, tahtaları belli şekilde birleştirerek suda yüzebilen bir araç üretmek gibi sayısız örnek için geçerlidir. Aynı mantık modern ekonomideki herhangi bir fikri mülkiyet için de geçerlidir. Bir şirket belli bir yöntemi ve bilgiyi kullanarak aşı üretmişse artık o bilgi ve yöntem herkesçe bilinebilir hale gelmiştir. (Elbette liberteryen düzende hiçbir şirket üretim yöntemini ve üretimin arkasındaki bilgiyi/fikri açıklamaya zorlanamaz). Yöntem ve bilgi başka insanlar tarafından benimsenmişse artık o insanlar da aynı yöntemi ve kendi mülklerini kullanarak aynı aşıyı üretebilir. Bu durumda yöntemi keşfeden şirketin mülküne bir saldırı gerçekleşmemiştir (üstteki ateş yakma örneğindeki gibi). Aşıyı bulan şirket, başka bir insanın aynı yöntemle aşı üretmesini ve aşıyı diğer insanlara para karşılığı satmasını engelleyemez. Engellerse ilk saldırıyı başlatmış olur. Pratiğe dair endişeler mülkiyet kavramını etkiler mi? Bu noktada insanların aklına bazı sorular takılır. Bilgi ve fikir mülkiyet kapsamına alınmazsa gelişmeler ve icatlar olabilir mi? İnsanların yeni şeyler bulmaya teşviki olur mu? Öncelikle böyle bir endişenin var olması, kıt olmayan bir şeyin mülkiyet kapsamına dahil edilmesini gerektirmez. Mülkiyet kavramını açıklamaya çalışmak, pratik hayatta arzu edilen sonucun ortaya çıkıp çıkmayacağını düşünmekten bağımsızdır. Aksi takdirde bir insan çıkıp köleliğin gerekli olduğunu, kölelik olmazsa insanların pamuk toplamaya teşvikinin olmayacağını da savunabilir. Pratik hayatta arzu edilen bir sonuç varsa eğer, o sonucu arzulayan kişi ve kişiler bir araya gelerek kendi mülklerini kullanacak ve belirlenen sonuca ulaşmaya çalışacaktır. Bir konsept, sadece ve sadece öyle arzu edildiği için mülkiyet kapsamına dahil olmaz. Ek olarak, modern fikri mülkiyet konsepti en fazla 300 yıllık bir geçmişe sahiptir. Günümüzdeki gibi fikri mülkiyet uygulamaları olmadan insanlık binlerce yıl boyunca gelişmiştir, üretmiştir. Son yüzyıllardaki gelişmenin görece daha fazla olmasının sebebi fikri mülkiyet koruması değil, sermaye birikimi, girişim, sanayi devrimi gibi unsurlardır. Fikri mülkiyet koruması olmaksızın insanların roman, şarkı, şiir yazmayacağı, yeni icatların peşinden gitmeyeceği, yeni ürünler ortaya koymayacağı fikri gerçeklikten uzak yersiz bir endişedir. Kaldı ki bir fikri ilk kez uygulayan kişi, belli bir süre için o ürünü piyasaya arz eden tek kişi olacaktır. Diğer insanların o fikri öğrenmesi, o fikrin uygulandığı ürünü piyasaya arz etmek için doğadaki kaynakları ve piyasadaki işgücünü toplaması, fikri daha kaliteli ve daha ucuz bir şekilde uygulaması zaman alacaktır. Bu zaman zarfı içinde fikrin yaratıcısı zaten belli bir refaha erişecektir. Bir süre sonra rakiplerin aynı fikirle üretime girişmesi serbest piyasadaki rekabet dediğimiz kavramın işlemesidir. Yaratılan fikirden kâr etme isteği, sözleşmelerle belli şekillerde uygulanabilir. Günümüzde dijital dünyada bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Kahve makinesinin üretilmesi için gerekli olan fikir mutlaka birileri tarafından ortaya atılmış ve uygulanmıştır. Gezegendeki herhangi bir insanın bu fikri kendi zihninde oluşturup kendi mallarıyla kahve makinesi yapması mümkündür. Ancak kahve makinesi üretiminde teşvik yokluğu gibi bir sorun yoktur. Kahve öğütücü, kalem, elektrik süpürgesi, bulaşık makinesi gibi sayısız ürünün arkasında bir fikir/yöntem yatar. Ancak bu fikir ve yöntem kimsenin tekelinde değildir (ya da olmamalıdır), herkesin kullanımına açıktır. Herkesin aynı fikirleri kullanıyor olması insanları üretimden

“Hukuk devleti” Savunucusunun “Devlet” ile İmtihanı

1- Giriş Covid-19’un patlak vermesinden sonra insanların ezici çoğunluğu devlet tarafından sosyal hayata ve ekonomiye kısıtlama getirilmesini istedi. Devletler bireyleri bastırmak, kontrolü daha da sıkılaştırmak için müthiş bir fırsat olan bu talebi yerine getirmekte elbette ki gecikmedi. Toplum sağlığını korumak adına sokağa çıkma yasakları getirildi, insanların işyerlerini açması engellendi ve bir dizi yasak da bunları izledi. Çok az kişi bu kısıtlamalara başından beri karşı çıktı. Getirilen bu hak kısıtlamaları başlarda kabul görmüşken 1 yıl sonra bile bu yasakların devam etmesi ve yasakların özel hayata daha şiddetli bir şekilde müdahale etmesi üzerine insanlar bu kısıtlamalara tepki gösterdi ve bu tepkiler her geçen gün daha da artıyor gibi gözüküyor. Yasaklara karşı çıkan hukukçular haklı mı? Haklı ise bunun sonucu nedir? Prof. Dr. Kemal Gözler 18.05.2021 tarihinde “Pandemiyle Mücadele Sürecinin Hukukî Şeması: Bir Özet” adlı makalesini yayımlayarak pandemi uygulamalarını eleştirdi ve devlet tarafından alınan önlemlerin hukuka aykırı olduğunu ifade etti. Makalesini özetlediği şema ise şu şekildeydi: Kısaca pandemiyle ilgili alınan adli ve idari kararların ya yok hükmünde olduğunu ya da hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmesi gerektiğini belirtti. Bir karar alınacaksa mevzuatta belirtilen şartların yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. “Hukuk devleti” savunucularının sık sık dile getirdiği iddia şudur: TC Anayasası md. 13‘e göre “temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” Kanun, TBMM tarafından kabul edilen bir düzenleme olduğu için özgürlüklerin kısıtlanması ancak meclis eliyle, yani halkın seçtiği insanlar tarafından mümkün olabilecektir. Meclisin kararı halkın iradesi olarak kabul edilmektedir, zira meclis toplumdaki farklı kesimden insanların temsil edildiği bir kurumdur. Kemal Gözler’in bu argümanları detaylandırdığı diğer makaleleri de (Hukukta şeklin önemi üzerine, Covid19 tedbirleri hukuka uygun mu 1 ve 2), aynı mantık üzerine kuruludur. Pandemi uygulamalarının hukuka aykırılığı üzerine bir savcının yaptığı açıklamalar ve birçok hukukçunun sosyal medyada yaptığı eleştirilerin temel noktası da aynıdır: “Şartları yerine getirilmeyen devlet uygulamaları gayrimeşrudur.” Peki bu mantık ne derece doğrudur? 2- Modern Devletin Doğası Modern devlet yasama, yürütme ve yargı organlarından oluşur. Kuvvetler ayrılığı ilkesi de göz önüne alındığında yasama organının çıkardığı yasaları yürütme organı uygulayacak, herhangi bir uyuşmazlık durumunda yargı organları mevcut yasalara göre karar verecek ve adaleti sağlayacaktır. Bu tablo insanın kulağına hoş gelse de gerçeklerin çok farklı olduğunu görebilmek gerekir. Yasama Organı“x eylemi yasaktır” şeklinde yasa çıkarır. Yürütme Organıx eylemini gerçekleştirenlere yaptırım uygular. Yargı OrganıÖnüne gelen uyuşmazlıkları “x eylemi yasaktır” kuralına göre karara bağlar. Buradaki “x” herhangi bir eylem olabilir. Devlet istediği zaman “x eylemi yasaktır” kuralını iptal edip y eylemini yasak hale getirebilir. Toplum x ve y yerine herhangi bir eylemin gelemeyeceği, uluslararası hukukun, anayasanın veya evrensel (?) değerlerin buna engel olduğu, “insan onuru” veya “temel insan hakkı” gibi soyut kavramlarla belli bir sınır çekildiği hissine kapılabilir. Halbuki unutulmaması gereken nokta “x eylemi yasaktır” cümlesini şeklen meşru hale getiren olayın bu eylemi yasaklayan iradenin kendisi olmasıdır. Halk tarafından belli bir oyla seçilen insanlar, çıkaracakları kanunları zaten almış oldukları oylarla meşru hale getireceklerdir. Yasa koyucu olmanın mantığı budur. Bunun farkında olan hükümetler “milli irade” kavramına sığınmaktadır. Yasama yetkisini alacak olan insanları halk seçer. Yasama organı başta anayasa olmak üzere temel değerlere bağlı kalarak kanunlar çıkaracaktır. Ancak ilginçtir ki temel alınması gereken anayasayı değiştirebilme yetkisi (daha zor şartlar içerse dahi) yine yasama organındadır. Böylece seçimle başa gelmiş olan insanlar gerekirse anayasayı değiştirebilecek, gerekmiyorsa da diledikleri kanunları çıkarıp yürütme ve yargı organlarını o kanunlarla bağlı kılabilecektir. Kaldı ki birçok durumda anayasanın değiştirilmesine gerek yoktur. Anayasalar genel açıklamalarla genel bir çerçeve çizdikleri için somut bir meselenin anayasaya aykırı olmadığına karar vermek zor değildir. Örneğin; ifade özgürlüğü TC Anayasası md. 26/1’de güvence altına alınmıştır. Herkes düşüncelerini açıklayıp yayma özgürlüğüne sahiptir. Ancak aynı maddenin devamındaki cümlelerde hakkın sınırları da çizilmiştir: Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Milli güvenlik nedir? Kamu düzeni kime göre neye göre hangi düzendir? Kamu güvenliği, suçların önlenmesi nedir? Başkalarının şöhret veya hakları ne anlama gelir? Bir insan saygınlık veya şöhrete sahip olabilir mi? Devlet, beğenmediği bir ifadeye ceza vermek isterse bu düzenlemelere dayanabilir. Herhangi bir ifade, yukarıda belirtilen kısıtlama gerekçelerinden herhangi bir kategoriye dahil edilebilir. Uluslar arası hukuk düzenlemeleri de benzerdir. Bir özgürlük tanımlandıktan sonra hemen altında o özgürlüğün sınırları “kamu düzeni, toplum güvenliği, suçların önlenmesi…” gibi muğlak kavramlarla belirtilir. a- Başörtüsü yasağı Bir kadının 1999 yılında Türkiye’de üniversitelere başörtüsüyle girmesi mümkün değildi. “Hukuk devleti” neden devreye giremedi? Kanun, genelge ve yargı kararları aracılığıyla sistematik bir şekilde başörtüsü aleyhine düzenlemeler kabul edildikten sonra bu konu AİHM’e taşındığında AİHM de başörtüsü yasağı uygulamasının kanuni olduğuna karar verdi: Bu şartlarda, Mahkeme, müdahalenin Türk Hukukunda, yerel mahkemelerin içtihadının ışığında yorumlanan 2547 sayılı Kanun’un geçici 17. maddesi şeklinde bir yasal dayanağı bulunduğunu tespit eder. Kanun, aynı zamanda erişilebilirdir ve öngörülebilirlik şartını yerine getirmek anlamında kanunun yeterince kesin olduğu değerlendirilebilir. Başvuranın, İstanbul Üniversitesi’ne girdiği andan itibaren üniversite binalarında İslami başörtüsü takmaya yönelik kısıtlamalar olduğunu ve 23 Şubat 1998 tarihinden itibaren başörtüsü kullanmaya devam ettiği takdirde derslere ve sınavlara kabul edilmemeye maruz kalacağını bilmesi beklenirdi. Leyla Şahin v. Türkiye, Başvuru numarası: 44774/98, 10.11.2005, paragraf 98 Yukarıdaki yasama-yürütme-yargı şemasına göre değerlendirirsek:1- Başörtüsü yasağına dair düzenlemeler yasama organı ve ilgili kurumlar tarafından benimsendiği andan itibaren “başörtüsü ile üniversiteye girilemez” kuralı bağlayıcı bir emir haline geldi.2- Yürütme organları bu kuralı uygulamaya başladı.3- Bu konuyla ilgili çıkan uyuşmazlıklar yargı önüne geldi ve yargı organları da “başörtüsü ile üniversiteye girilemez” kuralına göre karar vermeye başladı. Böyle bir yasağın “hukuki” olmadığı bir dönemde bir “hukuk devleti savunucusunun” itirazları yerinde gibidir. Gerekli şartları yerine getirmeden bu tip bir yasak koymak mümkün olmamalıdır. Ancak akabinde bu şartların yerine getirilmesiyle birlikte başörtüsü yasağı meşru hale mi gelmiştir? Bu noktadan sonra hukuk devleti savunucusu ne yapabilir, hangi itirazda bulunabilir? Potansiyel itirazındaki her türlü şart yerine getirilmiştir ve başörtüsü yasağı hukukidir. Daha sonra ise başörtüsü

Eğitim sisteminin nasıl olması gerektiği üzerine

Bir ülkedeki en önemli sorun nedir? Türkiye’de yapılan çeşitli anketlerde insanlar genellikle terör, işsizlik, ekonomik kriz, hayat pahalılığı gibi seçenekleri belirtip dönemine göre politik konuları da sorun olarak görebiliyor. Aslında bütün bunların temelinde birçoğumuzun da katılacağı üzere eğitim bulunmaktadır. Eğitim meselesi “eğitim şart” esprileriyle gülüp geçilemeyecek kadar ciddi bir meseledir. Doğru bir eğitimin verildiği ülkelerde yukarıda saydığım sorunlardan hiçbiri olmayacağına göre asıl odaklanılması gereken konu eğitimin nasıl olacağı, insanlarımıza nelerin öğretileceği meselesidir. Peki nasıl olmalı? Bütün toplulukları mutluluğa kavuşturacak eğitimin, ancak özel eğitim sistemiyle mümkün olacağını düşünüyorum. Eğitimin özelleştirilmesi, birçok insan için rahatsız edici olsa da uygulamaya geçirilebilecek en mantıklı adımdır. Türkiye’deki ve birçok ülkedeki mevcut sisteme baktığımızda devletin eğitim müfredatı üzerinde sıkı ve geniş bir kontrole sahip olduğunu görüyoruz. Bu durum, insanların nasıl eğitilmesi gerektiğine ve neleri öğrenmesi gerektiğine bir avuç insanın karar vermesi anlamına gelir. Zihinleri merkezi bir sistem aracılığıyla yönlendirmeye çalışmak açık ve net bir şekilde insanlığa hakarettir. Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu iyi niyetle çıkarılmış bir kanundur; ancak bütün eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması, eğitim kurumlarında verilen eğitimin içeriğinin devlet tarafından kontrol edilmesi iyi bir sonuç doğurmamaktadır. Paternalist 1 zihniyet, özgürlüğün ve gelişmenin önündeki en büyük engellerden birisidir. Öğrencilerin hangi tip okullarda nasıl bir eğitim alması gerektiğine en iyi karar verecek olan kişiler yine insanların kendisi yani halktır, hantallaşmış bir devlet kurumundaki memurlar değil. Eğitim müfredatı nasıl ve neye göre belirlenecek? Bir girişimci hangi tip ürünü (hizmeti) nasıl, nerede ve ne şekilde satacağını (sunacağını) nasıl ki kendisi belirliyorsa eğitim kurumları da kendi müfredatlarını, eğitim-öğretim yöntemlerini kendileri belirlemeli. Eğitimin çok önemli olması temel mantıkta bir değişikliğe gidilmesini, merkezi bir sistemin benimsenmesini gerekli kılmaz. Bir üniversite hangi fakülteleri açacağını, bu fakültelerde ne kadar süre, hangi konuları öğreteceğini tamamen ve özgürce kendisi belirlemeli ki merkezi sistemin herhangi bir şeyi dayatabilmesi mümkün olmasın. Not olarak belirteyim ki burada bahsettiğim sistem, ilkokul dahil bütün eğitim kurumlarında geçerli olmalı. Okulların bu şekilde kurulduğu bir şehirde yaşadığımızı hayal edelim. Yapacağımız şey çok basit. Almak istediğimiz eğitimi en iyi şekilde sunan okul hangisiyse onu tercih edeceğiz. Göz doktoru olmak istiyorsam piyasadaki tüm tıp fakültelerini araştıracağım, ders programlarını, akademik kadrosunu, teknik imkanlarını öğreneceğim ve benim için hangisinin iyi olduğunu düşünüyorsam o okula başvuracağım. Bir tıp fakültesi bana saçma sapan dersler vereceğini, yetersiz öğretim elemanlarıyla bu derslerin işleneceğini söylüyorsa ben elbette ki o tıp fakültesini tercih etmeyeceğim. Burada önemle vurgulamak istediğim konu bir okuldaki müfredatın en ufak bir şarta bile bağlanmaması, müfredatı o okulun tamamen özgürce belirlemesidir. Bir okul çıkıp sadece ve sadece resim yapmayı öğreteceğini, bunun dışında hiçbir konuya yer vermeyeceğini söyleyebilir. Eğer bu okula talep varsa, hem okul hem de o okulda okuyan öğrenciler hallerinden memnunsa, kısacası karşılıklı rıza söz konusuysa bundan devlete ne, bundan kime ne? Böyle bir ihtimalde ülkemizde çok yetenekli ressamların yetişmesi, dünyanın her yerinden insanların bu ressamların resimlerini görmek için ülkemize gelmesi mümkün olamaz mı? Sadece ve sadece siyaset tarihi dersleri veren bir okulda yetişen tarihçilerin, bütün insanların ufkunu geliştirecek olması, düzenleyecekleri tarih seminerlerinin canlı yayınlarla bütün dünyada yayınlanması imkansız mı? Bir okulun eğitim-öğretim kalitesini kim değerlendirecek? Okulların ne kadar iyi olduğu, genel olarak mezunlarının kalitesi, okulun sunmuş olduğu imkanlar, öğretmenlerinin kalitesi, öğrettikleri konular ile belirlenir. İnsanlar çocuklarını bir okula yazdırırken geniş kapsamlı araştırma yaparlar. Her aile, çocuklarını yazdıracağı okulun ne derece kaliteli olduğunu, o okulda hangi öğretmenlerin olduğunu, öğretmenlerin ne kadar iyi eğitmen olduğunu araştırdıktan sonra çocuğunu okula yazdırıyor. Günümüz Türkiye’sinde adrese dayalı eğitim sistemi yürürlükte olmasına rağmen ailelerin çocuklarını bazı okullara yazdırmak için tanıdıkları insanlarla anlaşarak ikametgah adreslerini göstermelik olarak değiştirdiklerine birçoğumuz şahit olmuşuzdur. Dolayısıyla bir okulun ne kadar iyi olduğunu o topraklarda yaşayan insanlar gayet iyi bilmektedir ya da en azından bilmelidir. Bir okul kötü eğitim veriyorsa insanlar o okulu tercih etmeyecek ve o okul ya kendisini yenileyip geliştirmek ya da kapatmak zorunda kalacaktır. En iyi denetim sistemi, insanların tercihleriyle yapmış oldukları denetim sistemidir. Nasıl ki hiçbirimiz çürük meyve satan manavdan bir şey almamayı, bunun yerine daha kaliteli ürünler satan yerlerden satın almayı, yeri geldiğinde fiyat-performansı dikkate alarak satın almayı tercih ediyorsak çocuklarımızın kötü olduğunu düşündüğümüz okullarda okumasını istemeyiz. Aynı şey kendimiz için de geçerli. Bir lise, üniversite tercih edeceksek o okulun bize fayda sağlamasını isteriz. Kötü yayın yapan gazetelerin az satması gibi, insanların önceliklerine hitap etmeyen televizyon kanallarının izlenme oranının düşük olması gibi okullar da ancak başarılı olabildikleri ölçüde, insanlara faydalı olabildikleri ölçüde faaliyetlerine devam edebilecektir. Aksi takdirde piyasadan silinip gideceklerdir. Burada akla hukuka aykırı eğitim-öğretim veren okulların akıbeti meselesi gelecektir. Eğer bir okulda yasalarca suç sayılan eylemler gerçekleştiriliyorsa zaten adalet sistemi devreye girip sorumlulara gereken cezayı verecek, okulun bu amaçla kurulduğunun tespit edilmesi halinde de okulun kapatılmasına mahkemelerce karar verilecektir. Karşımızda 2 tip denetim sistemi var. İlki insanların denetleyip, tercih ederek/etmeyerek ödüllendirdiği/cezalandırdığı denetim sistemi, ikincisi ise tarafsız ve bağımsız mahkemelerin yasalara aykırı durumlarda cezalandırdığı denetim sistemi. Bu iki denetim sistemi dışında yapılan her türlü denetim bireylere ve topluma zarar verir. Bir okulun hangi dersleri verip derslerde neyi öğreteceği devlet adlı örgütün haddine değildir. Devlet dediğimiz örgüt, geçici süreyle bir ülkenin başkentinde toplanıp bir takım kararlar alan, toplumun maaşlı elemanlarından başka bir şey değildir. Devletin güvenlik ve adalet gibi konular dışında görev ve yetkileri olmamalıdır. Eğitimi en iyi bilecek olan kişiler, devletin gücüne ve yetkisine sırtını dayayarak yozlaşmaya ve hantallaşmaya meyilli olan kamu görevlileri değil, eğitimcilerdir. Bir ülkede eğitim kurumlarının tümünün özelleştirilmesi, eğitimin bir avuç insanın inisiyatifinden alınarak gerçek sahiplerine teslim edilmesi demektir. Eğitimin özelleşmesi demek, eğitimin sizin benim gibi insanlar tarafından, halk tarafından verilmesi demektir. Dünyadaki, akademik camiadaki yeniliklere ve gelişmelere, bu konuda uzman olan kişiler, devletin maaşlı elemanlarına göre daha kolay ve hızlı adapte olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nden örnekler Ocak 2017’de Milli Eğitim Bakanı evrim teorisinin ortaöğretim kurumlarında okutulmasına gerek olmadığını, bu konunun daha üst kurumlarda verilebileceğini açıkladı. Cihad kelimesinden ne anlamamız gerektiğine dahi karar veren, ezber mantığının geleneğimiz için önemli bir yöntem olduğuna hükmedip bu yönde talimatlar veren kamu görevlileriyle karşı karşıyayız. Gelecek nesillerin hayatı, belirli süreliğine seçilen insanların keyfine bırakılmış durumda. İnsanların neleri öğrenmesi gerektiğine bir avuç insan canları öyle istediği için belirli yönde karar veriyor. Bugün X partisinin zihniyetiyle belirli bir ideoloji çerçevesinde şekillendirilen eğitim, ilerde tam zıt zihniyete sahip insanlar tarafından