Anti-liberteryenlik temellendirilebilir mi? Argümantasyon etiği üzerine

Hans-Hermann Hoppe’nin ortaya attığı argümantasyon etiği önemli bir iddiada bulunur: Liberteryen mülkiyet teorisini reddeden hiçbir görüş argümantasyona dayalı olarak savunulamaz. Liberteryen olmayan bir görüşü savunan kişi, bu savunmayı ortaya koyduğu anda performatif çelişkiye düşer. 1-) Argümantasyonun içeriği Konuşurken ağzımızdan çıkan cümleler her zaman argümantasyon şeklinde ortaya çıkmaz. En sevdiği rengi belirten, geçmişte yaptıklarını veya gelecekte yapmayı planladıklarını anlatan insan argüman sunmuş olmaz. Ancak bir doğruluk/yanlışlık iddiasında bulunuyor olmak bir argüman sunmuş olmak demektir. Bütün doğruluk iddiaları bir argüman şeklinde ortaya çıkar. Doğruluk iddialarının argüman şeklinde ortaya çıktığı tespiti yanlışlanamaz; çünkü bunu reddetmeye yönelik herhangi bir iddia da argüman şeklinde ortaya çıkmak zorundadır. Bu tespiti reddetmek kişiyi performatif bir çelişkiye düşürür. Sonuç olarak bu tespiti (doğruluk iddialarının argüman şeklinde ortaya çıktığı tespitini) reddeden herhangi bir iddianın yanlış olduğunu kesin olarak bilebiliriz. Dolayısıyla bir iddianın kesin doğru veya yanlış olduğunu tespit etmek bazı durumlarda mümkündür. A-) Olgulara yönelik argümantasyon Dünya’nın tepsi şeklinde olduğu, bir bölgede belli sayıda insan yaşadığı, bir binanın 20 metre uzunluğunda olduğu şeklindeki iddialar olgular üzerine argümantasyonlardır. Zıt görüşteki iki insan Dünya’nın şekli üzerine tartışırken kendilerince makul buldukları yöntem ve argümanlarla tartışıp iddialarının doğru olduğunu ispatlamaya çalışırlar. Tartışmanın doğasına yönelik ayrıntılara birazdan değineceğim. Olgular üzerine yapılan tartışmalar bir çatışma yaratmaz. Dünya’nın düz olduğunu öne süren bir insan ile yuvarlak olduğunu öne süren insan, birbirlerini ikna etmeye gerek kalmaksızın ortamı terk edip kendi fikirlerini benimsemeye devam edebilirler. Ancak bu şekilde barışçıl bir ayrılma, normlara yönelik tartışmalarda gerçekleşmeyebilir. B-) Normlara yönelik argümantasyon Normlara yönelik argümanlar bir önermenin doğru/yanlış, iyi/kötü, adil/adaletsiz olduğuna yönelik argümanlardır. Hırsızlığın, tecavüzün, bir mal alış-verişinin iyi veya kötü olduğuna dair iddialar bu kategoriye girer. İki insandan bir tanesi diğerinin malına el koyarsa bu el koyma işleminin doğruluğu/adilliği üzerine bir tartışma yürütülebilir ve öne sürülen görüşler de belli bir şekilde temellendirilecektir. Normlar üzerine tartışmanın amacı, doğru/yanlış üzerine yapılan tespitlerle ilgili bir karara varmaktır. Daha sonra o konuya ilişkin her türlü sorunun çözümünde üzerinde uzlaşılmış olan kural uygulama alanı bulacaktır. Bir örnekle açıklayayım: A ve B, hırsızlığın iyi/kötü olup olmamasıyla ilgili bir tartışmaya giriyor. Farz edelim ki her ikisi de hırsızlığın kötü olduğunu, rıza olmaksızın kendi mallarının başkalarına geçmemesi gerektiğini düşünüyor. Her ikisi de hırsızlığın kabul edilemez olduğu iddiasını ortaya atıyor. Her ikisinin de aynı doğruluk iddiasında bulunması, her ikisinin de gelecekte hırsızlıkla ilgili olaylara bu doğruluk iddiasını uygulatmak istediklerini gösterir. Bir süre sonra A, B’nin malını çalarsa ve geri vermemek için her türlü şiddete başvurursa en başta yapılan tartışmanın hiçbir anlamı kalmaz. A ve B’nin saldırgan olmadığı, argümantasyon ve gerekçelendirmeye dayalı olarak bir kural üzerinde uzlaştıkları varsayımında artık her ikisi de daha önce uzlaşıp karara vardıkları kurala göre hayatlarını devam ettirecektir. Yani argümantasyonun asıl amacı, sadece tartışma esnasında bazı iddiaları ve kuralları ortaya atıp daha sonra keyfi bir şekilde bu kuralları bozmak değil, o kurala göre gelecekteki tüm sorunları çözüme kavuşturmaktır. Aksi takdirde tartışmanın, argümantasyonun, gerekçelendirmenin hiçbir anlamı olmazdı. Bir tartışmada “hırsızlık kabul edilmemelidir” dedikten sonra karşımdaki kişinin malını çalarsam, yapmış olduğum şey bir argümantasyon ve gerekçelendirme değildir; açık bir şekilde saldırganlıktır. Saldırganlık ve argümantasyon arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak için Hoppe’nin tezini yakından inceleyelim. 2-) Argümantasyonun ön koşulları: Öz sahiplik, homesteading, gönüllü alış-veriş Normlara yönelik bir tartışmaya katılan her insan, yani belli bir doğruluk iddiasıyla ilgili bir gerekçelendirme çabasına girişen her insan, belli bazı değerleri benimsemiştir. Bu değerleri benimseyip benimsemediğini açıkça dile getirmese bile argümantasyonun kendisi bu ön kabulleri içerir. “Argümantasyona dahil olma eylemi”, argümantasyonun gerektirdiği ön koşulların argümantasyona dahil olan kişi tarafından kabul edildiğini gösterir. Peki nedir bu ön koşullar? İki insanın normlara yönelik bir tartışma yürütebilmesi için öncelikle her ikisinin de kendi bedenleri üzerinde tam yetki sahibi olmaları gerekir. Taraflardan biri, diğer taraf veya başka bir insan tarafından fiziksel şiddet yoluyla belli argümanları öne sürmeye zorlanmışsa o kişinin bir argüman öne sürdüğü iddia edilemez. Çünkü o kişi kendi bedeni ve zihnini kullanmamaktadır; onu fiziksel şiddetle zorlayan bir başka insanın arzularını yerine getirmektedir. Bu sebeple, bir argümantasyondan bahsedilebilmesi için tartışmaya katılan tarafların kendi bedenleri üzerindeki öz sahiplik yetkilerinin zedelenmemiş olması bir ön şarttır. Tartışmaya katılan her iki tarafın da o zamana kadar sahiplenmiş olduğu malları argümantasyonu desteklemek amacıyla kullanması engellenemez. Basit örnekle; tezinin doğruluğunu B’ye karşı ispatlamak isteyen A, yanında kağıt, kalem, kitap ve bir dal parçası getirir. A’nın bu araçları kullanarak tezini doğrulmaya çalışması mümkündür. B, A’nın bu araçları kullanmasına karşı çıkamaz. Karşı çıkabilmesi için A’nın o araçları B’den veya bir başkasından fiziksel şiddet yoluyla elde ettiğini ispatlaması gerekir. Ancak böyle bir durum yoksa A, sahipsiz malı sahiplenerek (dal parçası) veya gönüllü alış-verişe başvurarak (kağıt, kalem, kitap) elde ettiği araçları kullanabilecektir. Aynı şey B için de geçerlidir. B de yanında diz üstü bilgisayar, hesap makinesi, tartı gibi herhangi bir aracı getirmekte serbesttir. İki taraf da karşısındaki kişinin ilgili mallara erişimini engelleyemez. Engellerse, bunun adı argümantasyon olmaz; yine açık bir fiziksel şiddet söz konusu olur. Öyleyse argümantasyona dahil olan taraflar a-) her iki tarafın da kendi bedeni üzerinde tam söz hakkı sahibi olduğunu, b-) her iki tarafın da bir başka insanla çatışma içine girmeksizin elde etmiş olduğu mallara sahip olduğunu kabul etmiştir. Her iki tarafın da bu ön koşulları kabul ettiğine dair tespit, her iki tarafın da argümantasyona dahil olma eylemini tercih etmelerinden kaynaklanır. Bu eylemin gerçekleşmiş olması, yani iki kişinin özgürce argümantasyona dahil olması, iki tarafın da yukarıda bahsedilen koşulları kabul ettiğinin göstergesidir. Liberteryen ilkeler olan öz sahiplik, homesteading, gönüllü alış-veriş hakkında daha ayrıntılı analiz için şu yazıyı okuyabilirsiniz. 3-) Performatif çelişki Ağzını ve dilini kullanarak “Ben şu anda konuşmuyorum” diyen kişi performatif çelişkiye düşer. O kelimeleri sarf etme eylemi, kişinin konuştuğunu gösterir. Kişinin konuştuğu tespitine onun eylemine bakarak aklımızla ulaşırız. Ancak kişinin ağzından çıkan kelimeler bütünü ise kişinin konuşmadığı iddiasında bulunur. Ortaya çıkan bu çelişki “ben şu anda konuşmuyorum” cümlesinin kesinlikle yanlış olduğunu tespit edebilmemizi sağlar. Bu kısmın önemli olmasının sebebi, ortaya atılan bir tezin yanlışlığının objektif olarak tespit edilmesidir. A, ortaya bir tez atarken performatif çelişkiye düşerse B’nin öznel değer yargılarıyla A’yı yanlışlamasına gerek kalmaz. B, A’nın tezinin doğru olmadığını sadece A’nın çelişkiye düştüğünü göstererek ispatlayabilir. “Öne sürdüğün tez hoşuma gitmedi, o yüzden bu tez yanlış” gibi bir itiraz değil, objektif bir itiraz

“Fikri mülkiyet” aslında neden mülkiyet değildir?

Mülkiyetin temeliyle ilgili yazmış olduğum yazının üzerine fikri mülkiyet kavramına değinmek istiyorum. Liberteryenler arasında tartışma konusu olan birkaç konudan biri fikri mülkiyettir. Fikri mülkiyet kavramı kabaca bir fikrin yaratıcısına, o fikrin uygulandığı fiziksel mallar üzerinde kontrol yetkisi tanıyan bir hakkı ifade eder. Kimi liberteryenler fikri mülkiyetin meşru ve gerekli olduğunu iddia eder; kimisi ise buna şiddetle karşı çıkar. Bu yazı, fikri mülkiyetin reddedilmesi gerektiğini söyleyen görüşü ele alıyor. Mülkiyetin temel şartı: Kıt mal (scarcity) İnsanlar arasında uyuşmazlıkların ortaya çıkması mülkiyet kavramını daha iyi anlamamızı gerektiriyor. Liberteryen doğal hukuk teorisine göre; Bu kuralları neden kabul ettiğimiz sorusu bu yazının konusu değil. Mülkiyetin kazanımıyla ilgili liberteryen teoriyi ortaya koymuş olsak da fikri mülkiyeti bu teoriye nasıl uygulayacağımıza karar vermeden önce kavramın kendisini tartışmak daha doğru olacak. Herhangi bir mal üzerinde uyuşmazlık çıkması ve bu sebeple o malla ilgili kararı verecek olan kişinin tespit edilmesi gerekliliği ancak ve ancak o malın kıt olması durumunda mümkündür. Kıt olmayan mal, mülkiyete konu olamaz. Ancak ve ancak aynı mal üzerinde birden fazla insan anlaşmazlığa düşebilir. Soluduğumuz hava kıt olmadığı için iktisadi bir mal değildir, dileyen kişi nefes alarak havaya ulaşabilir (havanın bir şekilde toplanıp depolanması veya başka bir amaç uğruna birileri tarafından kullanılması gibi durumlarda yapılacak yorum da değişecektir). Hırsızlığa konu olan mal kıt olduğu için iki taraf arasında uyuşmazlık çıkmıştır; yaralama-öldürmenin uyuşmazlığa sebep olması insan bedenin kıt olmasından kaynaklanır. Borçların uyuşmazlık konusu olmasının sebebi sözleşmeye konu olan malların ve paranın kıt olmasıdır. Yalnızca kıt bir mal üzerinde farklı kişilerin farklı talepleri olursa uyuşmazlık ortaya çıkar. Sınırsız olan ve çaba sarf etmeksizin elde edilebilecek olan mal üzerinde uyuşmazlık çıkmaz; dolayısıyla mülkiyet kavramına ihtiyaç olmaz. Fikir/düşünce kıt mal mıdır? Fikir dediğimiz şey insan zihninde belli olguların bir araya gelerek soyut bir görüntü oluşturmasıdır. Fikrin kendisi somut ve kıt bir mal değildir; çünkü her insan herhangi bir fikri başka insanların mülkiyetlerine müdahale etmeksizin benimseyebilir. Basit bir örnekle somutlaştıralım. A kişisi doğada yanıcı olduğunu keşfettiği malları birbirine sürterek ateş yakılabileceğini ve ateşin kontrol altında tutulabileceğini fark ediyor. Bu yöntemin kendisi, başlı başına bir fikirdir. Fikir: “Doğadaki belli kaynakları belli şekilde reaksiyona sokunca ateş elde edilebilir”. Benzer şekilde, belli bir yöntemle ateş yaktıktan sonra ateşin üzerinde et pişirilebilir gibi bir fikir de söz konusu olabilir. B kişisi, A’nın yaptıklarını gözlemliyor ve anlıyor. A’nın doğada uygulamış olduğu fikir artık B’nin ve diğer insanların da zihinlerinde oluşabilen somut görüntüden ibaret. B, aynı yöntemi kullanarak kendi kaynaklarıyla kendi bölgesinde ateş yakıyor. Bu durumda A ile B arasında uyuşmazlık çıkar mı? A, B’nin hırsız olduğunu, kendisinden fikir çaldığını ileri sürebilir mi? B’nin yapmış olduğu şey, insan zihninde var olabilecek somut görüntüyü (bilgiyi, fikri) kendi mallarıyla başkasına hiçbir müdahale olmaksızın uygulamasıdır. A ile B arasında kıt mal üzerinde bir uyuşmazlık yoktur; her ikisi de kendi mülkiyetlerini kullanarak dilediklerini yapmakta serbesttir. İkisi de birbirine saldırmamaktadır. B’nin ateş yakma yöntemini A’dan öğrenmiş olması onun A’nın mülkiyetine saldırmış olduğu anlamına gelmez. A’nın bedeni, fikri, bilgisi ve malları hala A’nın hakimiyeti alanındadır. A, dilediği zaman dilediği fikri dilediği şekilde kullanmaya devam edebilir. Daha sonra B bu yöntemi kullanarak başka insanlar için ateş yakarsa ve bunun karşılığında onlardan mal alırsa A buna itiraz edebilir mi? B’nin A’ya ait(?) yöntemle refahını artırdığı iddia edilebilir mi? Benzer mantık bir mızrakla avlanmak, sağlam baraka inşa etmek için belli malzemeleri kullanmak, tahtaları belli şekilde birleştirerek suda yüzebilen bir araç üretmek gibi sayısız örnek için geçerlidir. Aynı mantık modern ekonomideki herhangi bir fikri mülkiyet için de geçerlidir. Bir şirket belli bir yöntemi ve bilgiyi kullanarak aşı üretmişse artık o bilgi ve yöntem herkesçe bilinebilir hale gelmiştir. (Elbette liberteryen düzende hiçbir şirket üretim yöntemini ve üretimin arkasındaki bilgiyi/fikri açıklamaya zorlanamaz). Yöntem ve bilgi başka insanlar tarafından benimsenmişse artık o insanlar da aynı yöntemi ve kendi mülklerini kullanarak aynı aşıyı üretebilir. Bu durumda yöntemi keşfeden şirketin mülküne bir saldırı gerçekleşmemiştir (üstteki ateş yakma örneğindeki gibi). Aşıyı bulan şirket, başka bir insanın aynı yöntemle aşı üretmesini ve aşıyı diğer insanlara para karşılığı satmasını engelleyemez. Engellerse ilk saldırıyı başlatmış olur. Pratiğe dair endişeler mülkiyet kavramını etkiler mi? Bu noktada insanların aklına bazı sorular takılır. Bilgi ve fikir mülkiyet kapsamına alınmazsa gelişmeler ve icatlar olabilir mi? İnsanların yeni şeyler bulmaya teşviki olur mu? Öncelikle böyle bir endişenin var olması, kıt olmayan bir şeyin mülkiyet kapsamına dahil edilmesini gerektirmez. Mülkiyet kavramını açıklamaya çalışmak, pratik hayatta arzu edilen sonucun ortaya çıkıp çıkmayacağını düşünmekten bağımsızdır. Aksi takdirde bir insan çıkıp köleliğin gerekli olduğunu, kölelik olmazsa insanların pamuk toplamaya teşvikinin olmayacağını da savunabilir. Pratik hayatta arzu edilen bir sonuç varsa eğer, o sonucu arzulayan kişi ve kişiler bir araya gelerek kendi mülklerini kullanacak ve belirlenen sonuca ulaşmaya çalışacaktır. Bir konsept, sadece ve sadece öyle arzu edildiği için mülkiyet kapsamına dahil olmaz. Ek olarak, modern fikri mülkiyet konsepti en fazla 300 yıllık bir geçmişe sahiptir. Günümüzdeki gibi fikri mülkiyet uygulamaları olmadan insanlık binlerce yıl boyunca gelişmiştir, üretmiştir. Son yüzyıllardaki gelişmenin görece daha fazla olmasının sebebi fikri mülkiyet koruması değil, sermaye birikimi, girişim, sanayi devrimi gibi unsurlardır. Fikri mülkiyet koruması olmaksızın insanların roman, şarkı, şiir yazmayacağı, yeni icatların peşinden gitmeyeceği, yeni ürünler ortaya koymayacağı fikri gerçeklikten uzak yersiz bir endişedir. Kaldı ki bir fikri ilk kez uygulayan kişi, belli bir süre için o ürünü piyasaya arz eden tek kişi olacaktır. Diğer insanların o fikri öğrenmesi, o fikrin uygulandığı ürünü piyasaya arz etmek için doğadaki kaynakları ve piyasadaki işgücünü toplaması, fikri daha kaliteli ve daha ucuz bir şekilde uygulaması zaman alacaktır. Bu zaman zarfı içinde fikrin yaratıcısı zaten belli bir refaha erişecektir. Bir süre sonra rakiplerin aynı fikirle üretime girişmesi serbest piyasadaki rekabet dediğimiz kavramın işlemesidir. Yaratılan fikirden kâr etme isteği, sözleşmelerle belli şekillerde uygulanabilir. Günümüzde dijital dünyada bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Kahve makinesinin üretilmesi için gerekli olan fikir mutlaka birileri tarafından ortaya atılmış ve uygulanmıştır. Gezegendeki herhangi bir insanın bu fikri kendi zihninde oluşturup kendi mallarıyla kahve makinesi yapması mümkündür. Ancak kahve makinesi üretiminde teşvik yokluğu gibi bir sorun yoktur. Kahve öğütücü, kalem, elektrik süpürgesi, bulaşık makinesi gibi sayısız ürünün arkasında bir fikir/yöntem yatar. Ancak bu fikir ve yöntem kimsenin tekelinde değildir (ya da olmamalıdır), herkesin kullanımına açıktır. Herkesin aynı fikirleri kullanıyor olması insanları üretimden

Hukuk sistemini tamamen serbest piyasaya bırakmak… Kaos mu yoksa refah ve özgürlük mü?

I- Giriş Özgürlüğün refah getireceğine inanan, ekonominin serbest piyasaya bırakılması gerektiğini düşünen insanların çok büyük bir çoğunluğu konu bir noktaya gelince sıkıntı yaşar: Hukukun özelleştirilmesi. Mahkemelerin ve güvenlik güçlerinin özelleştirilmesi fikri temelden sorunlu bir fikir gibi görünür. Fikrimce liberteryen hukuk teorisi ve dolayısıyla piyasanın tamamen serbest olması gerektiği fikri doğal hukuk, saldırmazlık prensibi, argümantasyon etiği, praksiyoloji gibi kavramlarla ispatlanabilir. Faydacı veya deneyci düşünmenin gereği yoktur. Ancak birçok insan serbest piyasada hukuk sisteminin işlemeyeceğini çeşitli senaryoları örnek göstererek iddia ettiği için burada pratik örneklere başvuracağım. Yani hukuk ismi verilen hizmetin dayanması gereken değer sisteminden ziyade kimlerin hangi yöntemlerle neyi gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğine dair açıklamalar yapacağım. Bunun için öncelikle hukukun nasıl anlaşılması gerektiğine dair yazımın okunması faydalı olacaktır. Devletin olmadığı, tamamen serbest bir piyasada hukuk ve güvenlik sistemi nasıl işler? Kaos çıkar mı? Öncelikle hukuk derken neyi kastettiğimizi açıklığa kavuşturmak gerekir. Hukuk dediğimiz şey belli bir düzeni amaçlar ve aslında kabaca birden fazla insan arasında çıkan uyuşmazlığın barışçıl yollarla çözülmesi anlamına gelir. Uyuşmazlıkların hakkaniyetli bir şekilde çözüme kavuşturulması ve haklı ve haksızın tespit edilmesi, adalet olgusuna hizmet edecektir. Uyuşmazlık yaşayan iki tarafla ilgili olarak ne gibi ihtimallerin söz konusu olduğunu düşünmeye çalışalım. Uyuşmazlık çözümü ya barışçıl bir yöntemle ya da saldırgan bir yöntemle ortaya çıkabilir. Uyuşmazlıktan kasıt, kıt bir mal üzerinde birden fazla kişinin mülkiyet iddiasında bulunmasıdır. Kolay anlaşılması açısından basit bir örnek üzerinden gidebiliriz. Örnek: A, B’ye ait olan telefonu çalmıştır. Daha sonra A ve B arasında uyuşmazlık başlar ve her ikisi de söz konusu telefonun kendisine ait olduğunu iddia eder… II – Barışçıl olmayan, kuvvete dayanan yöntem A- Haksız tarafın güç kullanması Buna göre haksız olduğunu bildiğimiz taraf, A, haklı olduğunu iddia eder ve hakkını kuvvet kullanarak elde etmeye çalışır. Bu durum aslında fiziksel anlamda güçlü olanın hayatta kalması anlamına gelir. Peki A böyle bir yöntemi benimser mi? Neden? A’nın B’yi öldürerek (veya başka şekilde bir güç kullanarak) uyuşmazlık konusu telefonu elinde tutmaya devam ettiğini düşünelim. Böyle bir şey gerçekleşirse eğer, A’nın haklı olduğu başka bir uyuşmazlıkta haksız olan kişi tarafından öldürülmesi tehlikesi de ortaya çıkar. (Haksız olduğu halde) Uyuşmazlığın diğer tarafını öldüren kişi, başka bir uyuşmazlıkta başkaları tarafından öldürülebileceğini kabul ettiğini eylemleriyle göstermiş demektir. Çünkü bu kişi “haksız olan taraf fiziksel güç kullanarak menfaat elde edebilir” fikrini savunuyordur. Öyleyse ertesi gün C gelip de A’ya ait başka bir eşyayı çalarsa ve A buna itiraz etmeye kalkarsa C tarafından öldürülebilir. A birçok uyuşmazlığı haksız olduğu halde kuvvet kullanarak çözse bile kendisi veya sevdiği bir insan er ya da geç bir başkası tarafından öldürülme riskiyle karşı karşıyadır. Bu sebeple haksız olan tarafın güç kullanma yöntemine başvurmayacağını düşünebiliriz. Düşünmekten de öte, insanlık tarihinde genel olarak böyle olduğunu da görüyoruz. Anlaşılacağı üzere güç kullanan taraf, uzun vadede zarar görecektir. Konunun ana fikrini kaçırmama açısından istisnalara bu yazıda değinmiyorum. B- Haklı tarafın güç kullanması Örnekte B’nin telefonu A’dan kuvvet yoluyla geri alması doğal hukuk açısından sorun yaratmaz. A, B’ye ait olan telefonu çalmıştır. Nihayetinde telefonun mülkiyeti B’ye aittir ve B’nin rızası olmaksızın telefonun mülkiyetinin bir başkasına geçmesi söz konusu olamaz. Birey, doğal hukuk gereği her ne kadar bunu yapmaya yetkili olsa da modern dünyada böyle bir yola başvurma ihtimali gittikçe düşecektir. Neden? Haklı olan tarafın hakkını tek başına ve güç kullanarak elde etmesi toplum tarafından (kişinin ailesi, arkadaşları, çevresi) şüpheyle karşılanır. Sonuçta insan eğer haklıysa neden bu haklılığını ispatlamak istemez, neden diğer insanlara da göstermek istemez? Yoksa çekindiği, saklamak istediği bir şey mi vardır? Yoksa aslında haksız mıdır? Kuvvet kullanarak başkasından bir eşya alan insanın haklı mı yoksa haksız mı olduğu nasıl bilinebilir? Kişi kendisinden çalınan malı geri almak için mi kuvvet kullanmıştır yoksa başkasına ait olan bir malı kuvvet kullanarak mı elde etmiştir? Yaygın kanının aksine, uyuşmazlık çözüm yöntemi tekel bir örgüte bağlanmadığı takdirde insanlar birbirini öldürmez. Çünkü bu şekilde kuvvet kullanma yöntemi, her iki taraf için de zararlıdır. İnsanlar kendi menfaatlerini düşündükleri için yıkımı, kaosu seçmez. Bu durum, insanları bir metodoloji oluşturmaya yöneltir. Bu metodoloji tahmin edileceği üzere kimin haklı/haksız olduğunun tespit edilmesi sürecidir. Uyuşmazlık yaşayan insanlar kimin haklı olduğunun ortaya çıkarılması için barışçıl bir yöntem belirler ve bu yöntemle beraber çıkacak olan sonuca tabi olur. Tekrar edeyim ki, insanların böyle barışçıl bir yöntem tercih etmesinin sebebi yukarıda anlattığım gibi diğer yöntemlerin kendileri için zararlı olmasıdır. Barışçıl uyuşmazlık çözüm yöntemi dışında bir yöntem belirleyen insanlar hem toplum tarafından dışlanma hem de ilerde bedensel zarar görme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. İnsanlığın belli bir noktadan sonra soyunun tükenmemiş olmasının sebebi, barışçıl yöntemi benimsemiş olmasıdır. III – Barışçıl yöntem Barışçıl yöntem nasıl belirlenecektir? Öncelikle doğası gereği barışçıl yöntem bir tespit etme amacı güder. “Uyuşmazlık konusu telefon A’ya mı yoksa B’ye mi aittir, hangisi telefon üzerinde yetki sahibidir?” sorusu cevaplanmaya çalışılır. Yapılan tespit, sürecin doğası gereği her iki taraf için de bağlayıcı olacaktır. Barışçıl yöntemle telefonun kime ait olduğunu kim tespit edecektir? A ve B arasında uyuşmazlık olduğuna göre uyuşmazlık çözme yetkisinin her ikisinde de olmayacağı barizdir. Çünkü her ikisi de kendisi lehine karar verecektir ve karşı taraf bunu kabul etmeyecektir. İki kişi arasındaki uyuşmazlığın üçüncü bir kişi tarafından çözüme kavuşturulmasının altında yatan temel mantık budur. Üçüncü bir kişi, M, uyuşmazlığı değerlendirecek ve kimin haklı olduğunu tespit edecektir. Hayati mesele bu noktada başlar. M kimdir, ne gibi özelliklere sahiptir, nasıl seçilir ve neden? Uyuşmazlığı çözecek olan tarafın özellikleri Üzerinde anlaşılan M kişisi taraflardan herhangi birinin arkadaşı, akrabası, çok sevdiği bir insan olabilir mi? Bu durumda M’nin taraflardan birinin lehine olacak şekilde uyuşmazlığı çözeceği şüphesi doğacaktır ve her iki taraf da bunu kabul etmez. Her iki taraf da haksız bir şekilde karşı taraf lehine karar verilmesini istemeyeceği için M’nin özellikleri kabaca ortaya çıkar. Güvenilirlik, tarafsızlık-objektiflik, uyuşmazlık çözme konusunda görece uzman olmak… Eğer M, bu özelliklere sahip değilse A ve/veya B tarafından uyuşmazlık çözüm merci olarak kabul edilmeme tehlikesi yaşayacaktır. Çünkü makul olan her insan, uyuşmazlığı çözecek olan kişinin somut ve nesnel bir şekilde bu işi yapmasını talep eder. Bu temel mantık üzerinden M’nin başkaca özelliklerini tahmin etmeye çalışabiliriz. M, keyfi olarak her zaman şikayet eden kişi lehine (örnekte B) karar veremez. Eğer M her zaman şikayet edilen aleyhine karar veriyorsa, haklı olduğu halde şikayet edilen insanlar M’yi

Hukuk neye göre düzenlenmelidir? Tek çözüm yöntemi olarak Liberteryenizm

Hak nedir, hukuk neye göre belirlenmelidir, adaletten anlaşılması gereken nedir? Bir insan ne zaman ve neden bir şeyi hak eder? Hangi durumlarda neden hak etmemiştir? Sosyal meselelerle ilgili yapılan yorumlar genelde yukarıdaki soruların etrafında döner. İdeolojiler bu sorunlara çözüm bulma iddiasındadır ve kendilerince bir sosyal düzen önerirler. Bir sosyal düzen önerisinde bulunan kişi, önerisinin doğası gereği bireyin kendi vücuduyla, doğadaki kaynaklarla ve diğer bireylerle olan ilişkisi hakkında analiz ve yorum yapmalı ve bir çözüm sunmalıdır. Amaç, bireyler arasında çıkacak olan uyuşmazlıkların çözülmesi, barışçıl bir sosyal düzenin kurulmasıdır. İddiam odur ki; birey özgürlüğünü ve serbest piyasayı baz alan liberteryenizm, yukarıda bahsedilen sorunlara çözüm bulabilecek tek düşünce sistemidir. Liberteryenizm dışında önerilecek herhangi bir ilke bu sorunlara akıl ve mantık çerçevesinde bir çözüm bulamamanın ötesinde, var olan sorunları daha da derinleştirip büyütmekten başka bir işe yaramaz. Neden? Liberteryenizmin ilkeleri nedir? Neden tek çözüm yöntemi liberteryen ilkeler olmak zorundadır? Daha net ve kolay anlaşılması açısından en baştan, sırayla ve örneklerle ilerlemenin faydalı olacağını düşünüyorum. I- Mülkiyet Mülkiyet nedir? Bir şeyi mülkiyete tabi kılan özellik nedir? Neden mülkiyet gibi bir kavram olmaksızın sosyal düzeni anlamlandıramayız? A- Mülkiyet kavramının kaçınılmaz olarak ortaya çıkması Dünya üzerinde tek bir insanın yaşadığını hayal edelim… Bu kişi, dünyadaki her türlü kaynağı dilediği gibi kullanabilecektir. Çünkü herhangi bir malı kullandığı zaman buna itiraz edecek olan ikinci bir kişi bulunmamaktadır. Ortada bir uyuşmazlık yoktur, kurulması gereken sosyal bir düzen bulunmamaktadır. Benzer şekilde, dünyada çok sayıda insanın yaşadığını ancak kaynakların sınırsız olduğunu hayal edelim… Bu sınırsız kaynaklara ulaşmanın hiçbir masrafı da olmasın. Bir insan herhangi bir şeyi dilediği zaman elde edebilsin. Böyle bir durumda insanlar arasında uyuşmazlık çıkmayacaktır. Çünkü herhangi bir malı elde etmek isteyen insanın parmaklarını şıklatması yeterlidir. Bir başkasının malvarlığını dert edinmek, buna itirazlarda bulunmak, bunun için bir çaba göstermektense neden tek bir hareketimle istediğim herhangi bir şeye sahip olmayayım ki? Gerçek dünyaya baktığımızda ise karşılaştığımız manzara birden fazla insanın varlığı ve doğadaki kaynakların sınırlı olduğu gerçeğidir. Kaynakların sınırlı olması her insanın her zaman her şeyi elde etmesinin mümkün olmadığını kabullenmeyi de gerektirir. Çünkü mümkün olsaydı, zaten kaynaklar sınırlı değil sınırsız olmuş olurdu. Sınırlı olan bu kaynakları elde edebilmek için bir eylemin, çabanın, masrafın varlığı şarttır. Öyleyse şu tespiti yapmamız yanlış olmayacaktır: Uyuşmazlık, birden fazla insanın aynı mal üzerinde aynı hak/yetki iddiasında bulunmasıdır. İlgili kıt malın ne şekilde kullanılacağına dair iki farklı talep aynı anda gerçekleştirilemeyeceği için uyuşmazlık vuku bulur. Örneğin; taraflardan biri malın bir başka insana devredilmesini ister, taraflardan diğeri ise aynı malı kendisi kullanmak ister. Bu iki talebin de gerçekleştirilmesinin imkanı yoktur. Birden fazla insanın aynı kıt malı farklı şekillerde kullanmak istemesi uyuşmazlığın temelini oluşturur. Peki o zaman bu uyuşmazlık nasıl ve neye göre çözülmelidir? Açıktır ki, uyuşmazlık konusu olan malın üzerinde kimin, neden yetki sahibi olduğunu tespit etmek ve ona göre karar vermek gerekir. Bir mal, ancak o malın meşru yetkilisi tarafından belli bir kullanıma özgülenebilir. Bu kaçınılmaz problemi çözebilmek adına her bir malın belli bir karar vericisinin olması gerekir. Kabaca, kıt bir mal üzerinde yetki sahibi olma konseptinin adı mülkiyettir. Malın karar vericisi ise malik olarak adlandırılır. Böylece herhangi bir malın ne şekilde kullanılacağına dair karar verme yetkisi o malın malikine ait olacaktır. Masanın üzerinde bir elma var ise, bu elmanın başkasına verilmesi, tüketilmesi, çöpe atılması gibi seçenekler arasından hangisinin tercih edileceğine o elmanın maliki karar verir. Elmanın maliki olmayan insanların da taleplerini dikkate almak, elmanın belli bir şekilde kullanılmasını engeller. Zira aynı obje, birbiriyle çelişen amaçlar uğruna aynı anda kullanılamaz. Bir elmanın tüketilmesi ve aynı zamanda bir başkasına satılması mümkün değildir. İşte mülkiyet kavramı, uyuşmazlıkların çözümü için olmazsa olmaz bir konsepttir. Her bir malın maliki varsa, her bir malın ne şekilde kullanılacağı da objektif olarak belirlenebilecektir. A kişisi maliki olduğu elmasını yiyebilir, B kişisi maliki olduğu elmasını bir başkasına devredebilir. Uyuşmazlık çıkması durumunda ise mülkiyet konseptini dikkate alarak uyuşmazlığı objektif bir şekilde çözüme kavuşturmak mümkün hale gelir. Sonuç olarak sınırsız ve masrafsız bir doğada yaşamıyor olduğumuz gerçeği bizi otomatik olarak mülkiyet kavramına götürür. Mülkiyet kavramının zaruri olmasının gerekçesi budur. Mülkiyet, bireyler arası uyuşmazlığı en aza indirme ve mevcut uyuşmazlıkları çözme konusunda hayati bir rol oynar. Bu aşamadan sonra kimin, hangi malın maliki olacağının tespit edilmesi meselesi devreye girer. B- Öz sahiplik Üzerinde düşünülmesi gereken ilk konu, bireyin bedeniyle ilgili olarak kimin söz sahibi olduğudur. Aklı başında olan herkes bu sorunun cevabını “bir kişinin bedeni o kişiye aittir” şeklinde cevaplar. Ancak maalesef iş uygulamaya ve değerleri savunmaya geldiğinde insanların çok küçük bir kısmı bu ilkeyi istisna olmaksızın savunur. Bireyin bedeni, doğada bulunan kıt mallardan bir tanesidir. A kişisinin vücudu tek bir tane olduğuna göre mantıken sınırsız değildir. A kişisinin bedeni üzerinde birden fazla kişinin farklı taleplerde bulunması bir uyuşmazlık doğurur. A’nın bedeni (emeği) bir baraka inşasında mı kullanılmalıdır, su kaynağından kovayla su taşımak amacıyla mı kullanılmalıdır? Yoksa diğer sonsuz seçenekten bir tanesi için mi kullanılmalıdır? A’nın yiyeceği/içeceği şeyler ne olmalıdır? A’nın vücuduna yapılabilecek/yapılamayacak şeyler nelerdir ve buna kim karar verir? Görüleceği üzere beden üzerinde uyuşmazlık çıkar ve bu uyuşmazlığın tek çözüm yöntemi mülkiyettir. O bedenin maliki kimse, bedenle ilgili karar verecek olan da o kişidir. Bir insan vücudunun mülkiyeti, o vücutla ilgili karar verme yetkisine atıf yapar ve öz sahiplik (self-ownership) ilkesine göre her insan kendi bedeninin malikidir. Akla ve mantığa uygun bir şekilde bu tespitten farklı bir tespit yapmak mümkün değildir. Birey ile kendi bedeni üzerinde objektif bir bağlantının bulunması, beden üzerinde hak iddia edebilecek tek kişinin o kişi olması söz konusudur. Aksi takdirde bir insanın bedeni bir başkasına mı ait olmalıdır yoksa birden fazla sayıdaki başka kişilere mi? Yoksa herkese mi ait olmalıdır? Bu sorulardan birine evet diyen kişinin gerekçesi ne olabilir? A kişisinin bedeni neden B’ye veya B+C+D’ye veya herkese ait olsun? Böyle bir iddiayı temellendirmenin mümkün olmadığı ortadadır. Zaten A’nın bedeninin bir başkasına ait kabul edilmesi zorlamaya dayanan kölelik değil de nedir? Kaldı ki temellendirilmesi yapılamayan bu iddia uygulamaya konsa bile kararlar neye göre verilecektir? A’nın bedenini kim(ler) hangi yönde kullanacaktır? Buna kim nasıl karar verecektir? Oylama mı yapılacaktır, çoğunluğun kararı mı geçerli olacaktır? Çoğunluğun tercihi dikkate alınacaksa, azınlıkta kalanların herhangi bir yetkisinin olmadığı sonucuna varmaz mıyız? A’nın bedeni tanrı veya benzer

“Hukuk devleti” Savunucusunun “Devlet” ile İmtihanı

1- Giriş Covid-19’un patlak vermesinden sonra insanların ezici çoğunluğu devlet tarafından sosyal hayata ve ekonomiye kısıtlama getirilmesini istedi. Devletler bireyleri bastırmak, kontrolü daha da sıkılaştırmak için müthiş bir fırsat olan bu talebi yerine getirmekte elbette ki gecikmedi. Toplum sağlığını korumak adına sokağa çıkma yasakları getirildi, insanların işyerlerini açması engellendi ve bir dizi yasak da bunları izledi. Çok az kişi bu kısıtlamalara başından beri karşı çıktı. Getirilen bu hak kısıtlamaları başlarda kabul görmüşken 1 yıl sonra bile bu yasakların devam etmesi ve yasakların özel hayata daha şiddetli bir şekilde müdahale etmesi üzerine insanlar bu kısıtlamalara tepki gösterdi ve bu tepkiler her geçen gün daha da artıyor gibi gözüküyor. Yasaklara karşı çıkan hukukçular haklı mı? Haklı ise bunun sonucu nedir? Prof. Dr. Kemal Gözler 18.05.2021 tarihinde “Pandemiyle Mücadele Sürecinin Hukukî Şeması: Bir Özet” adlı makalesini yayımlayarak pandemi uygulamalarını eleştirdi ve devlet tarafından alınan önlemlerin hukuka aykırı olduğunu ifade etti. Makalesini özetlediği şema ise şu şekildeydi: Kısaca pandemiyle ilgili alınan adli ve idari kararların ya yok hükmünde olduğunu ya da hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmesi gerektiğini belirtti. Bir karar alınacaksa mevzuatta belirtilen şartların yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. “Hukuk devleti” savunucularının sık sık dile getirdiği iddia şudur: TC Anayasası md. 13‘e göre “temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” Kanun, TBMM tarafından kabul edilen bir düzenleme olduğu için özgürlüklerin kısıtlanması ancak meclis eliyle, yani halkın seçtiği insanlar tarafından mümkün olabilecektir. Meclisin kararı halkın iradesi olarak kabul edilmektedir, zira meclis toplumdaki farklı kesimden insanların temsil edildiği bir kurumdur. Kemal Gözler’in bu argümanları detaylandırdığı diğer makaleleri de (Hukukta şeklin önemi üzerine, Covid19 tedbirleri hukuka uygun mu 1 ve 2), aynı mantık üzerine kuruludur. Pandemi uygulamalarının hukuka aykırılığı üzerine bir savcının yaptığı açıklamalar ve birçok hukukçunun sosyal medyada yaptığı eleştirilerin temel noktası da aynıdır: “Şartları yerine getirilmeyen devlet uygulamaları gayrimeşrudur.” Peki bu mantık ne derece doğrudur? 2- Modern Devletin Doğası Modern devlet yasama, yürütme ve yargı organlarından oluşur. Kuvvetler ayrılığı ilkesi de göz önüne alındığında yasama organının çıkardığı yasaları yürütme organı uygulayacak, herhangi bir uyuşmazlık durumunda yargı organları mevcut yasalara göre karar verecek ve adaleti sağlayacaktır. Bu tablo insanın kulağına hoş gelse de gerçeklerin çok farklı olduğunu görebilmek gerekir. Yasama Organı“x eylemi yasaktır” şeklinde yasa çıkarır. Yürütme Organıx eylemini gerçekleştirenlere yaptırım uygular. Yargı OrganıÖnüne gelen uyuşmazlıkları “x eylemi yasaktır” kuralına göre karara bağlar. Buradaki “x” herhangi bir eylem olabilir. Devlet istediği zaman “x eylemi yasaktır” kuralını iptal edip y eylemini yasak hale getirebilir. Toplum x ve y yerine herhangi bir eylemin gelemeyeceği, uluslararası hukukun, anayasanın veya evrensel (?) değerlerin buna engel olduğu, “insan onuru” veya “temel insan hakkı” gibi soyut kavramlarla belli bir sınır çekildiği hissine kapılabilir. Halbuki unutulmaması gereken nokta “x eylemi yasaktır” cümlesini şeklen meşru hale getiren olayın bu eylemi yasaklayan iradenin kendisi olmasıdır. Halk tarafından belli bir oyla seçilen insanlar, çıkaracakları kanunları zaten almış oldukları oylarla meşru hale getireceklerdir. Yasa koyucu olmanın mantığı budur. Bunun farkında olan hükümetler “milli irade” kavramına sığınmaktadır. Yasama yetkisini alacak olan insanları halk seçer. Yasama organı başta anayasa olmak üzere temel değerlere bağlı kalarak kanunlar çıkaracaktır. Ancak ilginçtir ki temel alınması gereken anayasayı değiştirebilme yetkisi (daha zor şartlar içerse dahi) yine yasama organındadır. Böylece seçimle başa gelmiş olan insanlar gerekirse anayasayı değiştirebilecek, gerekmiyorsa da diledikleri kanunları çıkarıp yürütme ve yargı organlarını o kanunlarla bağlı kılabilecektir. Kaldı ki birçok durumda anayasanın değiştirilmesine gerek yoktur. Anayasalar genel açıklamalarla genel bir çerçeve çizdikleri için somut bir meselenin anayasaya aykırı olmadığına karar vermek zor değildir. Örneğin; ifade özgürlüğü TC Anayasası md. 26/1’de güvence altına alınmıştır. Herkes düşüncelerini açıklayıp yayma özgürlüğüne sahiptir. Ancak aynı maddenin devamındaki cümlelerde hakkın sınırları da çizilmiştir: Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Milli güvenlik nedir? Kamu düzeni kime göre neye göre hangi düzendir? Kamu güvenliği, suçların önlenmesi nedir? Başkalarının şöhret veya hakları ne anlama gelir? Bir insan saygınlık veya şöhrete sahip olabilir mi? Devlet, beğenmediği bir ifadeye ceza vermek isterse bu düzenlemelere dayanabilir. Herhangi bir ifade, yukarıda belirtilen kısıtlama gerekçelerinden herhangi bir kategoriye dahil edilebilir. Uluslar arası hukuk düzenlemeleri de benzerdir. Bir özgürlük tanımlandıktan sonra hemen altında o özgürlüğün sınırları “kamu düzeni, toplum güvenliği, suçların önlenmesi…” gibi muğlak kavramlarla belirtilir. a- Başörtüsü yasağı Bir kadının 1999 yılında Türkiye’de üniversitelere başörtüsüyle girmesi mümkün değildi. “Hukuk devleti” neden devreye giremedi? Kanun, genelge ve yargı kararları aracılığıyla sistematik bir şekilde başörtüsü aleyhine düzenlemeler kabul edildikten sonra bu konu AİHM’e taşındığında AİHM de başörtüsü yasağı uygulamasının kanuni olduğuna karar verdi: Bu şartlarda, Mahkeme, müdahalenin Türk Hukukunda, yerel mahkemelerin içtihadının ışığında yorumlanan 2547 sayılı Kanun’un geçici 17. maddesi şeklinde bir yasal dayanağı bulunduğunu tespit eder. Kanun, aynı zamanda erişilebilirdir ve öngörülebilirlik şartını yerine getirmek anlamında kanunun yeterince kesin olduğu değerlendirilebilir. Başvuranın, İstanbul Üniversitesi’ne girdiği andan itibaren üniversite binalarında İslami başörtüsü takmaya yönelik kısıtlamalar olduğunu ve 23 Şubat 1998 tarihinden itibaren başörtüsü kullanmaya devam ettiği takdirde derslere ve sınavlara kabul edilmemeye maruz kalacağını bilmesi beklenirdi. Leyla Şahin v. Türkiye, Başvuru numarası: 44774/98, 10.11.2005, paragraf 98 Yukarıdaki yasama-yürütme-yargı şemasına göre değerlendirirsek:1- Başörtüsü yasağına dair düzenlemeler yasama organı ve ilgili kurumlar tarafından benimsendiği andan itibaren “başörtüsü ile üniversiteye girilemez” kuralı bağlayıcı bir emir haline geldi.2- Yürütme organları bu kuralı uygulamaya başladı.3- Bu konuyla ilgili çıkan uyuşmazlıklar yargı önüne geldi ve yargı organları da “başörtüsü ile üniversiteye girilemez” kuralına göre karar vermeye başladı. Böyle bir yasağın “hukuki” olmadığı bir dönemde bir “hukuk devleti savunucusunun” itirazları yerinde gibidir. Gerekli şartları yerine getirmeden bu tip bir yasak koymak mümkün olmamalıdır. Ancak akabinde bu şartların yerine getirilmesiyle birlikte başörtüsü yasağı meşru hale mi gelmiştir? Bu noktadan sonra hukuk devleti savunucusu ne yapabilir, hangi itirazda bulunabilir? Potansiyel itirazındaki her türlü şart yerine getirilmiştir ve başörtüsü yasağı hukukidir. Daha sonra ise başörtüsü