İktisatta kesin bilgilere ulaşabilir miyiz?

Bir bilginin doğru veya yanlış olduğunu kesin olarak tespit edebilir miyiz? Hangi önermelerin doğru veya yanlış olduğuna nasıl, neye göre karar verebiliriz? Özellikle iktisatta bir bilgiyi doğrulamak için onu test etmek, deneyimlemek gerekir mi? Test etmek ve deneyimlemek ne zaman doğru, ne zaman gereksiz ve yanlış bir yöntemdir?

Anti-liberteryenlik temellendirilebilir mi? Argümantasyon etiği üzerine

Hans-Hermann Hoppe’nin ortaya attığı argümantasyon etiği önemli bir iddiada bulunur: Liberteryen mülkiyet teorisini reddeden hiçbir görüş argümantasyona dayalı olarak savunulamaz. Liberteryen olmayan bir görüşü savunan kişi, bu savunmayı ortaya koyduğu anda performatif çelişkiye düşer. 1-) Argümantasyonun içeriği Konuşurken ağzımızdan çıkan cümleler her zaman argümantasyon şeklinde ortaya çıkmaz. En sevdiği rengi belirten, geçmişte yaptıklarını veya gelecekte yapmayı planladıklarını anlatan insan argüman sunmuş olmaz. Ancak bir doğruluk/yanlışlık iddiasında bulunuyor olmak bir argüman sunmuş olmak demektir. Bütün doğruluk iddiaları bir argüman şeklinde ortaya çıkar. Doğruluk iddialarının argüman şeklinde ortaya çıktığı tespiti yanlışlanamaz; çünkü bunu reddetmeye yönelik herhangi bir iddia da argüman şeklinde ortaya çıkmak zorundadır. Bu tespiti reddetmek kişiyi performatif bir çelişkiye düşürür. Sonuç olarak bu tespiti (doğruluk iddialarının argüman şeklinde ortaya çıktığı tespitini) reddeden herhangi bir iddianın yanlış olduğunu kesin olarak bilebiliriz. Dolayısıyla bir iddianın kesin doğru veya yanlış olduğunu tespit etmek bazı durumlarda mümkündür. A-) Olgulara yönelik argümantasyon Dünya’nın tepsi şeklinde olduğu, bir bölgede belli sayıda insan yaşadığı, bir binanın 20 metre uzunluğunda olduğu şeklindeki iddialar olgular üzerine argümantasyonlardır. Zıt görüşteki iki insan Dünya’nın şekli üzerine tartışırken kendilerince makul buldukları yöntem ve argümanlarla tartışıp iddialarının doğru olduğunu ispatlamaya çalışırlar. Tartışmanın doğasına yönelik ayrıntılara birazdan değineceğim. Olgular üzerine yapılan tartışmalar bir çatışma yaratmaz. Dünya’nın düz olduğunu öne süren bir insan ile yuvarlak olduğunu öne süren insan, birbirlerini ikna etmeye gerek kalmaksızın ortamı terk edip kendi fikirlerini benimsemeye devam edebilirler. Ancak bu şekilde barışçıl bir ayrılma, normlara yönelik tartışmalarda gerçekleşmeyebilir. B-) Normlara yönelik argümantasyon Normlara yönelik argümanlar bir önermenin doğru/yanlış, iyi/kötü, adil/adaletsiz olduğuna yönelik argümanlardır. Hırsızlığın, tecavüzün, bir mal alış-verişinin iyi veya kötü olduğuna dair iddialar bu kategoriye girer. İki insandan bir tanesi diğerinin malına el koyarsa bu el koyma işleminin doğruluğu/adilliği üzerine bir tartışma yürütülebilir ve öne sürülen görüşler de belli bir şekilde temellendirilecektir. Normlar üzerine tartışmanın amacı, doğru/yanlış üzerine yapılan tespitlerle ilgili bir karara varmaktır. Daha sonra o konuya ilişkin her türlü sorunun çözümünde üzerinde uzlaşılmış olan kural uygulama alanı bulacaktır. Bir örnekle açıklayayım: A ve B, hırsızlığın iyi/kötü olup olmamasıyla ilgili bir tartışmaya giriyor. Farz edelim ki her ikisi de hırsızlığın kötü olduğunu, rıza olmaksızın kendi mallarının başkalarına geçmemesi gerektiğini düşünüyor. Her ikisi de hırsızlığın kabul edilemez olduğu iddiasını ortaya atıyor. Her ikisinin de aynı doğruluk iddiasında bulunması, her ikisinin de gelecekte hırsızlıkla ilgili olaylara bu doğruluk iddiasını uygulatmak istediklerini gösterir. Bir süre sonra A, B’nin malını çalarsa ve geri vermemek için her türlü şiddete başvurursa en başta yapılan tartışmanın hiçbir anlamı kalmaz. A ve B’nin saldırgan olmadığı, argümantasyon ve gerekçelendirmeye dayalı olarak bir kural üzerinde uzlaştıkları varsayımında artık her ikisi de daha önce uzlaşıp karara vardıkları kurala göre hayatlarını devam ettirecektir. Yani argümantasyonun asıl amacı, sadece tartışma esnasında bazı iddiaları ve kuralları ortaya atıp daha sonra keyfi bir şekilde bu kuralları bozmak değil, o kurala göre gelecekteki tüm sorunları çözüme kavuşturmaktır. Aksi takdirde tartışmanın, argümantasyonun, gerekçelendirmenin hiçbir anlamı olmazdı. Bir tartışmada “hırsızlık kabul edilmemelidir” dedikten sonra karşımdaki kişinin malını çalarsam, yapmış olduğum şey bir argümantasyon ve gerekçelendirme değildir; açık bir şekilde saldırganlıktır. Saldırganlık ve argümantasyon arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak için Hoppe’nin tezini yakından inceleyelim. 2-) Argümantasyonun ön koşulları: Öz sahiplik, homesteading, gönüllü alış-veriş Normlara yönelik bir tartışmaya katılan her insan, yani belli bir doğruluk iddiasıyla ilgili bir gerekçelendirme çabasına girişen her insan, belli bazı değerleri benimsemiştir. Bu değerleri benimseyip benimsemediğini açıkça dile getirmese bile argümantasyonun kendisi bu ön kabulleri içerir. “Argümantasyona dahil olma eylemi”, argümantasyonun gerektirdiği ön koşulların argümantasyona dahil olan kişi tarafından kabul edildiğini gösterir. Peki nedir bu ön koşullar? İki insanın normlara yönelik bir tartışma yürütebilmesi için öncelikle her ikisinin de kendi bedenleri üzerinde tam yetki sahibi olmaları gerekir. Taraflardan biri, diğer taraf veya başka bir insan tarafından fiziksel şiddet yoluyla belli argümanları öne sürmeye zorlanmışsa o kişinin bir argüman öne sürdüğü iddia edilemez. Çünkü o kişi kendi bedeni ve zihnini kullanmamaktadır; onu fiziksel şiddetle zorlayan bir başka insanın arzularını yerine getirmektedir. Bu sebeple, bir argümantasyondan bahsedilebilmesi için tartışmaya katılan tarafların kendi bedenleri üzerindeki öz sahiplik yetkilerinin zedelenmemiş olması bir ön şarttır. Tartışmaya katılan her iki tarafın da o zamana kadar sahiplenmiş olduğu malları argümantasyonu desteklemek amacıyla kullanması engellenemez. Basit örnekle; tezinin doğruluğunu B’ye karşı ispatlamak isteyen A, yanında kağıt, kalem, kitap ve bir dal parçası getirir. A’nın bu araçları kullanarak tezini doğrulmaya çalışması mümkündür. B, A’nın bu araçları kullanmasına karşı çıkamaz. Karşı çıkabilmesi için A’nın o araçları B’den veya bir başkasından fiziksel şiddet yoluyla elde ettiğini ispatlaması gerekir. Ancak böyle bir durum yoksa A, sahipsiz malı sahiplenerek (dal parçası) veya gönüllü alış-verişe başvurarak (kağıt, kalem, kitap) elde ettiği araçları kullanabilecektir. Aynı şey B için de geçerlidir. B de yanında diz üstü bilgisayar, hesap makinesi, tartı gibi herhangi bir aracı getirmekte serbesttir. İki taraf da karşısındaki kişinin ilgili mallara erişimini engelleyemez. Engellerse, bunun adı argümantasyon olmaz; yine açık bir fiziksel şiddet söz konusu olur. Öyleyse argümantasyona dahil olan taraflar a-) her iki tarafın da kendi bedeni üzerinde tam söz hakkı sahibi olduğunu, b-) her iki tarafın da bir başka insanla çatışma içine girmeksizin elde etmiş olduğu mallara sahip olduğunu kabul etmiştir. Her iki tarafın da bu ön koşulları kabul ettiğine dair tespit, her iki tarafın da argümantasyona dahil olma eylemini tercih etmelerinden kaynaklanır. Bu eylemin gerçekleşmiş olması, yani iki kişinin özgürce argümantasyona dahil olması, iki tarafın da yukarıda bahsedilen koşulları kabul ettiğinin göstergesidir. Liberteryen ilkeler olan öz sahiplik, homesteading, gönüllü alış-veriş hakkında daha ayrıntılı analiz için şu yazıyı okuyabilirsiniz. 3-) Performatif çelişki Ağzını ve dilini kullanarak “Ben şu anda konuşmuyorum” diyen kişi performatif çelişkiye düşer. O kelimeleri sarf etme eylemi, kişinin konuştuğunu gösterir. Kişinin konuştuğu tespitine onun eylemine bakarak aklımızla ulaşırız. Ancak kişinin ağzından çıkan kelimeler bütünü ise kişinin konuşmadığı iddiasında bulunur. Ortaya çıkan bu çelişki “ben şu anda konuşmuyorum” cümlesinin kesinlikle yanlış olduğunu tespit edebilmemizi sağlar. Bu kısmın önemli olmasının sebebi, ortaya atılan bir tezin yanlışlığının objektif olarak tespit edilmesidir. A, ortaya bir tez atarken performatif çelişkiye düşerse B’nin öznel değer yargılarıyla A’yı yanlışlamasına gerek kalmaz. B, A’nın tezinin doğru olmadığını sadece A’nın çelişkiye düştüğünü göstererek ispatlayabilir. “Öne sürdüğün tez hoşuma gitmedi, o yüzden bu tez yanlış” gibi bir itiraz değil, objektif bir itiraz

“Fikri mülkiyet” aslında neden mülkiyet değildir?

Mülkiyetin temeliyle ilgili yazmış olduğum yazının üzerine fikri mülkiyet kavramına değinmek istiyorum. Liberteryenler arasında tartışma konusu olan birkaç konudan biri fikri mülkiyettir. Fikri mülkiyet kavramı kabaca bir fikrin yaratıcısına, o fikrin uygulandığı fiziksel mallar üzerinde kontrol yetkisi tanıyan bir hakkı ifade eder. Kimi liberteryenler fikri mülkiyetin meşru ve gerekli olduğunu iddia eder; kimisi ise buna şiddetle karşı çıkar. Bu yazı, fikri mülkiyetin reddedilmesi gerektiğini söyleyen görüşü ele alıyor. Mülkiyetin temel şartı: Kıt mal (scarcity) İnsanlar arasında uyuşmazlıkların ortaya çıkması mülkiyet kavramını daha iyi anlamamızı gerektiriyor. Liberteryen doğal hukuk teorisine göre; Bu kuralları neden kabul ettiğimiz sorusu bu yazının konusu değil. Mülkiyetin kazanımıyla ilgili liberteryen teoriyi ortaya koymuş olsak da fikri mülkiyeti bu teoriye nasıl uygulayacağımıza karar vermeden önce kavramın kendisini tartışmak daha doğru olacak. Herhangi bir mal üzerinde uyuşmazlık çıkması ve bu sebeple o malla ilgili kararı verecek olan kişinin tespit edilmesi gerekliliği ancak ve ancak o malın kıt olması durumunda mümkündür. Kıt olmayan mal, mülkiyete konu olamaz. Ancak ve ancak aynı mal üzerinde birden fazla insan anlaşmazlığa düşebilir. Soluduğumuz hava kıt olmadığı için iktisadi bir mal değildir, dileyen kişi nefes alarak havaya ulaşabilir (havanın bir şekilde toplanıp depolanması veya başka bir amaç uğruna birileri tarafından kullanılması gibi durumlarda yapılacak yorum da değişecektir). Hırsızlığa konu olan mal kıt olduğu için iki taraf arasında uyuşmazlık çıkmıştır; yaralama-öldürmenin uyuşmazlığa sebep olması insan bedenin kıt olmasından kaynaklanır. Borçların uyuşmazlık konusu olmasının sebebi sözleşmeye konu olan malların ve paranın kıt olmasıdır. Yalnızca kıt bir mal üzerinde farklı kişilerin farklı talepleri olursa uyuşmazlık ortaya çıkar. Sınırsız olan ve çaba sarf etmeksizin elde edilebilecek olan mal üzerinde uyuşmazlık çıkmaz; dolayısıyla mülkiyet kavramına ihtiyaç olmaz. Fikir/düşünce kıt mal mıdır? Fikir dediğimiz şey insan zihninde belli olguların bir araya gelerek soyut bir görüntü oluşturmasıdır. Fikrin kendisi somut ve kıt bir mal değildir; çünkü her insan herhangi bir fikri başka insanların mülkiyetlerine müdahale etmeksizin benimseyebilir. Basit bir örnekle somutlaştıralım. A kişisi doğada yanıcı olduğunu keşfettiği malları birbirine sürterek ateş yakılabileceğini ve ateşin kontrol altında tutulabileceğini fark ediyor. Bu yöntemin kendisi, başlı başına bir fikirdir. Fikir: “Doğadaki belli kaynakları belli şekilde reaksiyona sokunca ateş elde edilebilir”. Benzer şekilde, belli bir yöntemle ateş yaktıktan sonra ateşin üzerinde et pişirilebilir gibi bir fikir de söz konusu olabilir. B kişisi, A’nın yaptıklarını gözlemliyor ve anlıyor. A’nın doğada uygulamış olduğu fikir artık B’nin ve diğer insanların da zihinlerinde oluşabilen somut görüntüden ibaret. B, aynı yöntemi kullanarak kendi kaynaklarıyla kendi bölgesinde ateş yakıyor. Bu durumda A ile B arasında uyuşmazlık çıkar mı? A, B’nin hırsız olduğunu, kendisinden fikir çaldığını ileri sürebilir mi? B’nin yapmış olduğu şey, insan zihninde var olabilecek somut görüntüyü (bilgiyi, fikri) kendi mallarıyla başkasına hiçbir müdahale olmaksızın uygulamasıdır. A ile B arasında kıt mal üzerinde bir uyuşmazlık yoktur; her ikisi de kendi mülkiyetlerini kullanarak dilediklerini yapmakta serbesttir. İkisi de birbirine saldırmamaktadır. B’nin ateş yakma yöntemini A’dan öğrenmiş olması onun A’nın mülkiyetine saldırmış olduğu anlamına gelmez. A’nın bedeni, fikri, bilgisi ve malları hala A’nın hakimiyeti alanındadır. A, dilediği zaman dilediği fikri dilediği şekilde kullanmaya devam edebilir. Daha sonra B bu yöntemi kullanarak başka insanlar için ateş yakarsa ve bunun karşılığında onlardan mal alırsa A buna itiraz edebilir mi? B’nin A’ya ait(?) yöntemle refahını artırdığı iddia edilebilir mi? Benzer mantık bir mızrakla avlanmak, sağlam baraka inşa etmek için belli malzemeleri kullanmak, tahtaları belli şekilde birleştirerek suda yüzebilen bir araç üretmek gibi sayısız örnek için geçerlidir. Aynı mantık modern ekonomideki herhangi bir fikri mülkiyet için de geçerlidir. Bir şirket belli bir yöntemi ve bilgiyi kullanarak aşı üretmişse artık o bilgi ve yöntem herkesçe bilinebilir hale gelmiştir. (Elbette liberteryen düzende hiçbir şirket üretim yöntemini ve üretimin arkasındaki bilgiyi/fikri açıklamaya zorlanamaz). Yöntem ve bilgi başka insanlar tarafından benimsenmişse artık o insanlar da aynı yöntemi ve kendi mülklerini kullanarak aynı aşıyı üretebilir. Bu durumda yöntemi keşfeden şirketin mülküne bir saldırı gerçekleşmemiştir (üstteki ateş yakma örneğindeki gibi). Aşıyı bulan şirket, başka bir insanın aynı yöntemle aşı üretmesini ve aşıyı diğer insanlara para karşılığı satmasını engelleyemez. Engellerse ilk saldırıyı başlatmış olur. Pratiğe dair endişeler mülkiyet kavramını etkiler mi? Bu noktada insanların aklına bazı sorular takılır. Bilgi ve fikir mülkiyet kapsamına alınmazsa gelişmeler ve icatlar olabilir mi? İnsanların yeni şeyler bulmaya teşviki olur mu? Öncelikle böyle bir endişenin var olması, kıt olmayan bir şeyin mülkiyet kapsamına dahil edilmesini gerektirmez. Mülkiyet kavramını açıklamaya çalışmak, pratik hayatta arzu edilen sonucun ortaya çıkıp çıkmayacağını düşünmekten bağımsızdır. Aksi takdirde bir insan çıkıp köleliğin gerekli olduğunu, kölelik olmazsa insanların pamuk toplamaya teşvikinin olmayacağını da savunabilir. Pratik hayatta arzu edilen bir sonuç varsa eğer, o sonucu arzulayan kişi ve kişiler bir araya gelerek kendi mülklerini kullanacak ve belirlenen sonuca ulaşmaya çalışacaktır. Bir konsept, sadece ve sadece öyle arzu edildiği için mülkiyet kapsamına dahil olmaz. Ek olarak, modern fikri mülkiyet konsepti en fazla 300 yıllık bir geçmişe sahiptir. Günümüzdeki gibi fikri mülkiyet uygulamaları olmadan insanlık binlerce yıl boyunca gelişmiştir, üretmiştir. Son yüzyıllardaki gelişmenin görece daha fazla olmasının sebebi fikri mülkiyet koruması değil, sermaye birikimi, girişim, sanayi devrimi gibi unsurlardır. Fikri mülkiyet koruması olmaksızın insanların roman, şarkı, şiir yazmayacağı, yeni icatların peşinden gitmeyeceği, yeni ürünler ortaya koymayacağı fikri gerçeklikten uzak yersiz bir endişedir. Kaldı ki bir fikri ilk kez uygulayan kişi, belli bir süre için o ürünü piyasaya arz eden tek kişi olacaktır. Diğer insanların o fikri öğrenmesi, o fikrin uygulandığı ürünü piyasaya arz etmek için doğadaki kaynakları ve piyasadaki işgücünü toplaması, fikri daha kaliteli ve daha ucuz bir şekilde uygulaması zaman alacaktır. Bu zaman zarfı içinde fikrin yaratıcısı zaten belli bir refaha erişecektir. Bir süre sonra rakiplerin aynı fikirle üretime girişmesi serbest piyasadaki rekabet dediğimiz kavramın işlemesidir. Yaratılan fikirden kâr etme isteği, sözleşmelerle belli şekillerde uygulanabilir. Günümüzde dijital dünyada bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Kahve makinesinin üretilmesi için gerekli olan fikir mutlaka birileri tarafından ortaya atılmış ve uygulanmıştır. Gezegendeki herhangi bir insanın bu fikri kendi zihninde oluşturup kendi mallarıyla kahve makinesi yapması mümkündür. Ancak kahve makinesi üretiminde teşvik yokluğu gibi bir sorun yoktur. Kahve öğütücü, kalem, elektrik süpürgesi, bulaşık makinesi gibi sayısız ürünün arkasında bir fikir/yöntem yatar. Ancak bu fikir ve yöntem kimsenin tekelinde değildir (ya da olmamalıdır), herkesin kullanımına açıktır. Herkesin aynı fikirleri kullanıyor olması insanları üretimden

Ekonomiyi Doğru Anlamak – İktisada Avusturyan Bakış

Ekonomi biliminden ne anlaşılması gerektiğine ve iktisadın içeriğinin ne olduğuna dair farklı görüşler mevcut. Bu yazıda ekonomi bilimine nasıl bakılması gerektiğini Avusturya Ekolü perspektifinden anlatmaya çalışacağım. Praxeology İnsan eylemi bilimi anlamına gelen praksiyoloji Avusturya İktisat Okulu’nun benimsemiş olduğu metodolojidir. İnsanın eylemde bulunduğu gerçeğinden yola çıkarak tümdengelim yöntemiyle doğru teoremlere ve analizlere ulaşılabileceğini söyler. İktisat, insan eylemi biliminin alt dalıdır ve insan eyleminin anlaşılması ekonomiyi de anlaşılır hale getirecektir. Yalnızca birey eylemde bulunur, yalnızca birey tercih yapar. Bir grup insan toplu halde hareket etse bile aslında o grup içindeki bireyler tek tek eylemde bulunmaktadır. Öyleyse insan eylemini anlayıp açıklamaya ve bu sayede doğru ekonomik teoremler ortaya koymaya çalışalım. Ancak insan eylemini anlayabilirsek üretim, tüketim, tasarruf, sermaye, para, mal, yatırım, faiz, kira, emek, enflasyon, döviz, kriz, iş döngüsü gibi konuları doğru bir şekilde anlayabiliriz. Praksiyoloji ile diğer birkaç bilim dalı arasındaki farklara kısaca bakalım: Praksiyoloji; insanların eylemde bulunduğu, yani tercih ettikleri amaçlara ulaşmak için belli araçları kullandığı gerçeğinden yola çıkarak ulaşılan mantıksal çıkarımları konu edinir. Teknoloji; tercih edilen amaçlara nasıl ulaşılabileceği, hangi araçların nasıl kullanılabileceğine dair sorulara cevap arar. Psikoloji; insanların neden ve nasıl çeşitli amaçları hedefleyip benimsediklerine odaklanır. Etik; insanların hangi amaçları veya değerleri benimsemeleri gerektiği (should) sorusuyla ilgilenir. Tarih; geçmişte hedeflenen amaçları, bu amaçlara ulaşmak için hangi araçların kullanıldığını ve bu eylemlerin sonuçlarının ne olduğunu inceler. Temel praksiyolojik önermeler İnsan eylemde bulunur. Bu cümle bir gerçekliği ifade eder. İnsan eylemi, reflekslerden farklıdır; çünkü refleksler bilinçsizce gerçekleşir, insanın amaçladığı bir sonuca yönelmez. Hareket etmeyip de oturmayı, yatmayı seçen bir insan da praksiyolojik anlamda eylemde bulunmaktadır. Asla hareket etmeyen, asla eylemde bulunmayan bir insan zaten insan olmaktan çıkmış demektir ki bu durumda ne iktisadın ne de başka bir bilimin konusu olabilir. Eylem aksiyomundan yola çıkarak doğruluğundan emin olabileceğimiz önermelere bakalım. İnsan eylemi, belli araçları kullanarak mevcut durumdan daha iyi bir konuma geçmeyi amaçlayan davranıştır. Yukarıdaki cümle insanın eylemde bulunduğu gerçeğinden yola çıkarak, akıl yürütme ve tümdengelim yöntemiyle ulaşılan bir başka doğru cümledir. Bu cümleyi inkar etmek mümkün değildir. Çünkü inkar eden insan, tercih etmiş olduğu sonuca ulaşmak ve cümlenin aksini kanıtlamak amacıyla belli araçları (vücudunu veya teknolojik bir aracı) kullanmış demektir. Bu cümleyi inkar etme çabası, inkar eyleminin kendisi ve inkarın içeriği arasında bir çelişkiye yol açar. İnsan eylemi, mevcut durumun rahatsızlığını gidermek amacıyla mevcut seçenekler arasından en iyi/en uygun olduğu düşünülen seçeneğe yönelmiş olan harekettir. İnsan daha iyi bir konuma geçmek istemeseydi eylemde bulunmazdı. Eylem hangi amaca yönelmiş olursa olsun eylemde bulunan kişi için o amaç, mevcut diğer seçenekler arasındaki en iyi seçenektir. Elma yiyen bir insan, diğer bütün seçenekler arasından o zaman dilimi içinde en çok değer verdiği seçenek elma yemek olduğu için bunu seçmiştir. Her insan, her eyleminde mevcut seçenekleri yukarıdan aşağıya doğru sıralayarak en üste koyduğu seçeneği tercih eder. Bu sıralama işlemi kardinal değildir; ordinaldir. Yani bu tercihlerin matematiksel olarak ifade edilmesi mümkün değildir; ancak sıralama yaparak ortaya konması mümkündür. En üst sıraya elma yemeyi, ikinci sıraya sinemaya gitmeyi koyan insan elma yemeyi sinemaya gitmekten x kat fazla tercih ediyor diyemeyiz. Varabileceğimiz sonuç, o insanın o zaman zarfı içinde elma yemeyi sinemaya gitmekten (ve diğer tüm seçeneklerden) daha değerli gördüğüdür. Dikkat edilmesi gereken nokta praksiyolojinin alt dalı olan iktisadın insan eyleminin içeriğiyle ilgili herhangi bir değer yargısında bulunmamasıdır. Eylemin yöneldiği amacın iyi-kötü-güzel-çirkin-gerekli-gereksiz-mantıklı-saçma olmasından bahsedilemez. Önemli olan nokta, insanın hedeflediği amaca yönelmiş olduğu gerçeğinin tespit edilmesidir. Varabileceğimiz sonuç, eylemin yöneldiği amacın eylemde bulunan insan için bir değer ifade ediyor olduğu gerçeğidir. Her insan, bir amaca değer verdiği için eylemde bulunur. Eylemi tetikleyen psikolojik veya sosyolojik sebepler, iktisadın alanı değildir. “İnsan rasyonel midir?” tartışmasına dahil olmak artık daha kolaydır. Rasyonel tercih, herkes tarafından objektif olarak belirlenebilen bir olgu değildir; çünkü her insan farklı tercihlerin daha rasyonel olduğunu iddia edebilir. Praksiyolojideki temel nokta her insanın kendi bilinci, benliği, hayatı, bilgisi, inancı, duygu ve düşünceleri çerçevesinde amaçlı bir şekilde eylemde bulunuyor olmasıdır. Rasyonel kelimesi bu anlamda düşünülürse her insan eylemi elbette ki rasyoneldir. Ancak anlam karmaşasına mahal vermemek adına “insan eylemi amaçlı davranıştır” (human action is purposeful behavior) tespitini yapmak daha yerinde olacaktır. Bir insanın eyleminin rasyonel olmadığı, başka bir insan tarafından iddia edilemez. Çünkü eylemi gerçekleştiren aktör, kendi dünyası çerçevesinde amaçlı hareket etmektedir. Sıkça dile getirilen reklam/manipülasyon gibi etkenler “akıl dışı tercih” iddiasına gerekçe olamaz. Eylemde bulunan insanın tercihi zorlamaya/baskıya/şiddete/müdahaleye maruz kalmadığı sürece her insanın her eylemi o insan için akılcıdır. İnsan eylemi, süreç/zaman içinde gerçekleşir. Bütün eylemler mevcut zamanda başlar ve gelecekteki (yakın veya uzak gelecek) bir sonucun elde edilmesi amacını taşır. Yaşadığımız evrende zamandan bağımsız bir eylem düşünülemez. Eylem sonucunda ulaşılacak olan amaç zamana gerek duymaksızın anında gerçekleşebilseydi, insan eylemde bulunmazdı. İnsan eyleminin zaman içinde gerçekleşmesi ve insanın bir amaca yönelmesi, onun sınırsız bilgiye sahip olmadığını da göstermektedir. Sınırsız bilgiye sahip olsaydı, eylemde bulunması bir değişiklik yaratmayacaktı. Halbuki her eylem, bir değişiklik yaratma amacı güder. İnsan, mevcut durumunu değiştirmek istediği için eylemde bulunur. Buradan çıkan bir başka gerçeklik, içinde yaşadığımız evrenin belirsiz olması veya %100 belirli olmamasıdır. Yani insan eyleminin o insanın hayatında ne gibi bir değişikliğe sebep olacağı her zaman %100 olarak tahmin edilemez. Bu belirsizlik, insanın amaçlı hareket ettiği gerçeğini değiştirmemektedir. İnsan eylemine konu olan araçlar kıttır. İnsan, amacına ulaşmak için herhangi bir aracı seçmek zorundadır. Bunu yaparken de kendince en uygun gördüğü aracı kullanır. Bunun sebebi doğadaki kaynakların kıt olmasıdır. Zira kaynaklar kıt olmayıp sınırsız miktarda olsaydı zaten amaçlanan sonuca anında ulaşmak mümkün olurdu ve eylemde bulunmaya gerek kalmazdı. Bütün araçların sınırsız olduğu şeklinde uç örneği düşündüğümüzde bile zamanın ve eylemde bulunan insanın bedeninin kıt olması, inkar edilemeyecek gerçekliktir. Test/deney gerekli midir? Dikkat edersek yukarıda yapılan akıl yürütmelerin test edilmesi mümkün değildir. Biz bu cümlelerin gerçekliğini aklımızla algılıyoruz. Bunların test edilmesi mümkün olsa bile, test etmeye gerek yoktur. Çünkü her bir cümle, eylem aksiyomundan yola çıkarak tümdengelim yöntemiyle oluşturulmuştur. Eylem aksiyomunun doğruluğundan emin olduğumuza göre, mantıksal çıkarımlarla ulaştığımız diğer sonuçlar da doğru olmak zorundadır. Tarihte gerçekleşmiş herhangi bir olay veya tarihsel gerçekliklerden yola çıkılarak oluşturulan herhangi bir grafik/istatistik, yukarıda ulaştığımız önermeleri yanlışlayamaz. Kaldı ki insan, subjektif değerleri olan ve özgürce eylemde bulunma yeteneği olan bir varlık olduğuna göre insan eylemlerini teste tabi tutmak başlı başına

Hukuk sistemini tamamen serbest piyasaya bırakmak… Kaos mu yoksa refah ve özgürlük mü?

I- Giriş Özgürlüğün refah getireceğine inanan, ekonominin serbest piyasaya bırakılması gerektiğini düşünen insanların çok büyük bir çoğunluğu konu bir noktaya gelince sıkıntı yaşar: Hukukun özelleştirilmesi. Mahkemelerin ve güvenlik güçlerinin özelleştirilmesi fikri temelden sorunlu bir fikir gibi görünür. Fikrimce liberteryen hukuk teorisi ve dolayısıyla piyasanın tamamen serbest olması gerektiği fikri doğal hukuk, saldırmazlık prensibi, argümantasyon etiği, praksiyoloji gibi kavramlarla ispatlanabilir. Faydacı veya deneyci düşünmenin gereği yoktur. Ancak birçok insan serbest piyasada hukuk sisteminin işlemeyeceğini çeşitli senaryoları örnek göstererek iddia ettiği için burada pratik örneklere başvuracağım. Yani hukuk ismi verilen hizmetin dayanması gereken değer sisteminden ziyade kimlerin hangi yöntemlerle neyi gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğine dair açıklamalar yapacağım. Bunun için öncelikle hukukun nasıl anlaşılması gerektiğine dair yazımın okunması faydalı olacaktır. Devletin olmadığı, tamamen serbest bir piyasada hukuk ve güvenlik sistemi nasıl işler? Kaos çıkar mı? Öncelikle hukuk derken neyi kastettiğimizi açıklığa kavuşturmak gerekir. Hukuk dediğimiz şey belli bir düzeni amaçlar ve aslında kabaca birden fazla insan arasında çıkan uyuşmazlığın barışçıl yollarla çözülmesi anlamına gelir. Uyuşmazlıkların hakkaniyetli bir şekilde çözüme kavuşturulması ve haklı ve haksızın tespit edilmesi, adalet olgusuna hizmet edecektir. Uyuşmazlık yaşayan iki tarafla ilgili olarak ne gibi ihtimallerin söz konusu olduğunu düşünmeye çalışalım. Uyuşmazlık çözümü ya barışçıl bir yöntemle ya da saldırgan bir yöntemle ortaya çıkabilir. Uyuşmazlıktan kasıt, kıt bir mal üzerinde birden fazla kişinin mülkiyet iddiasında bulunmasıdır. Kolay anlaşılması açısından basit bir örnek üzerinden gidebiliriz. Örnek: A, B’ye ait olan telefonu çalmıştır. Daha sonra A ve B arasında uyuşmazlık başlar ve her ikisi de söz konusu telefonun kendisine ait olduğunu iddia eder… II – Barışçıl olmayan, kuvvete dayanan yöntem A- Haksız tarafın güç kullanması Buna göre haksız olduğunu bildiğimiz taraf, A, haklı olduğunu iddia eder ve hakkını kuvvet kullanarak elde etmeye çalışır. Bu durum aslında fiziksel anlamda güçlü olanın hayatta kalması anlamına gelir. Peki A böyle bir yöntemi benimser mi? Neden? A’nın B’yi öldürerek (veya başka şekilde bir güç kullanarak) uyuşmazlık konusu telefonu elinde tutmaya devam ettiğini düşünelim. Böyle bir şey gerçekleşirse eğer, A’nın haklı olduğu başka bir uyuşmazlıkta haksız olan kişi tarafından öldürülmesi tehlikesi de ortaya çıkar. (Haksız olduğu halde) Uyuşmazlığın diğer tarafını öldüren kişi, başka bir uyuşmazlıkta başkaları tarafından öldürülebileceğini kabul ettiğini eylemleriyle göstermiş demektir. Çünkü bu kişi “haksız olan taraf fiziksel güç kullanarak menfaat elde edebilir” fikrini savunuyordur. Öyleyse ertesi gün C gelip de A’ya ait başka bir eşyayı çalarsa ve A buna itiraz etmeye kalkarsa C tarafından öldürülebilir. A birçok uyuşmazlığı haksız olduğu halde kuvvet kullanarak çözse bile kendisi veya sevdiği bir insan er ya da geç bir başkası tarafından öldürülme riskiyle karşı karşıyadır. Bu sebeple haksız olan tarafın güç kullanma yöntemine başvurmayacağını düşünebiliriz. Düşünmekten de öte, insanlık tarihinde genel olarak böyle olduğunu da görüyoruz. Anlaşılacağı üzere güç kullanan taraf, uzun vadede zarar görecektir. Konunun ana fikrini kaçırmama açısından istisnalara bu yazıda değinmiyorum. B- Haklı tarafın güç kullanması Örnekte B’nin telefonu A’dan kuvvet yoluyla geri alması doğal hukuk açısından sorun yaratmaz. A, B’ye ait olan telefonu çalmıştır. Nihayetinde telefonun mülkiyeti B’ye aittir ve B’nin rızası olmaksızın telefonun mülkiyetinin bir başkasına geçmesi söz konusu olamaz. Birey, doğal hukuk gereği her ne kadar bunu yapmaya yetkili olsa da modern dünyada böyle bir yola başvurma ihtimali gittikçe düşecektir. Neden? Haklı olan tarafın hakkını tek başına ve güç kullanarak elde etmesi toplum tarafından (kişinin ailesi, arkadaşları, çevresi) şüpheyle karşılanır. Sonuçta insan eğer haklıysa neden bu haklılığını ispatlamak istemez, neden diğer insanlara da göstermek istemez? Yoksa çekindiği, saklamak istediği bir şey mi vardır? Yoksa aslında haksız mıdır? Kuvvet kullanarak başkasından bir eşya alan insanın haklı mı yoksa haksız mı olduğu nasıl bilinebilir? Kişi kendisinden çalınan malı geri almak için mi kuvvet kullanmıştır yoksa başkasına ait olan bir malı kuvvet kullanarak mı elde etmiştir? Yaygın kanının aksine, uyuşmazlık çözüm yöntemi tekel bir örgüte bağlanmadığı takdirde insanlar birbirini öldürmez. Çünkü bu şekilde kuvvet kullanma yöntemi, her iki taraf için de zararlıdır. İnsanlar kendi menfaatlerini düşündükleri için yıkımı, kaosu seçmez. Bu durum, insanları bir metodoloji oluşturmaya yöneltir. Bu metodoloji tahmin edileceği üzere kimin haklı/haksız olduğunun tespit edilmesi sürecidir. Uyuşmazlık yaşayan insanlar kimin haklı olduğunun ortaya çıkarılması için barışçıl bir yöntem belirler ve bu yöntemle beraber çıkacak olan sonuca tabi olur. Tekrar edeyim ki, insanların böyle barışçıl bir yöntem tercih etmesinin sebebi yukarıda anlattığım gibi diğer yöntemlerin kendileri için zararlı olmasıdır. Barışçıl uyuşmazlık çözüm yöntemi dışında bir yöntem belirleyen insanlar hem toplum tarafından dışlanma hem de ilerde bedensel zarar görme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. İnsanlığın belli bir noktadan sonra soyunun tükenmemiş olmasının sebebi, barışçıl yöntemi benimsemiş olmasıdır. III – Barışçıl yöntem Barışçıl yöntem nasıl belirlenecektir? Öncelikle doğası gereği barışçıl yöntem bir tespit etme amacı güder. “Uyuşmazlık konusu telefon A’ya mı yoksa B’ye mi aittir, hangisi telefon üzerinde yetki sahibidir?” sorusu cevaplanmaya çalışılır. Yapılan tespit, sürecin doğası gereği her iki taraf için de bağlayıcı olacaktır. Barışçıl yöntemle telefonun kime ait olduğunu kim tespit edecektir? A ve B arasında uyuşmazlık olduğuna göre uyuşmazlık çözme yetkisinin her ikisinde de olmayacağı barizdir. Çünkü her ikisi de kendisi lehine karar verecektir ve karşı taraf bunu kabul etmeyecektir. İki kişi arasındaki uyuşmazlığın üçüncü bir kişi tarafından çözüme kavuşturulmasının altında yatan temel mantık budur. Üçüncü bir kişi, M, uyuşmazlığı değerlendirecek ve kimin haklı olduğunu tespit edecektir. Hayati mesele bu noktada başlar. M kimdir, ne gibi özelliklere sahiptir, nasıl seçilir ve neden? Uyuşmazlığı çözecek olan tarafın özellikleri Üzerinde anlaşılan M kişisi taraflardan herhangi birinin arkadaşı, akrabası, çok sevdiği bir insan olabilir mi? Bu durumda M’nin taraflardan birinin lehine olacak şekilde uyuşmazlığı çözeceği şüphesi doğacaktır ve her iki taraf da bunu kabul etmez. Her iki taraf da haksız bir şekilde karşı taraf lehine karar verilmesini istemeyeceği için M’nin özellikleri kabaca ortaya çıkar. Güvenilirlik, tarafsızlık-objektiflik, uyuşmazlık çözme konusunda görece uzman olmak… Eğer M, bu özelliklere sahip değilse A ve/veya B tarafından uyuşmazlık çözüm merci olarak kabul edilmeme tehlikesi yaşayacaktır. Çünkü makul olan her insan, uyuşmazlığı çözecek olan kişinin somut ve nesnel bir şekilde bu işi yapmasını talep eder. Bu temel mantık üzerinden M’nin başkaca özelliklerini tahmin etmeye çalışabiliriz. M, keyfi olarak her zaman şikayet eden kişi lehine (örnekte B) karar veremez. Eğer M her zaman şikayet edilen aleyhine karar veriyorsa, haklı olduğu halde şikayet edilen insanlar M’yi

Eğitim sisteminin nasıl olması gerektiği üzerine

Bir ülkedeki en önemli sorun nedir? Türkiye’de yapılan çeşitli anketlerde insanlar genellikle terör, işsizlik, ekonomik kriz, hayat pahalılığı gibi seçenekleri belirtip dönemine göre politik konuları da sorun olarak görebiliyor. Aslında bütün bunların temelinde birçoğumuzun da katılacağı üzere eğitim bulunmaktadır. Eğitim meselesi “eğitim şart” esprileriyle gülüp geçilemeyecek kadar ciddi bir meseledir. Doğru bir eğitimin verildiği ülkelerde yukarıda saydığım sorunlardan hiçbiri olmayacağına göre asıl odaklanılması gereken konu eğitimin nasıl olacağı, insanlarımıza nelerin öğretileceği meselesidir. Peki nasıl olmalı? Bütün toplulukları mutluluğa kavuşturacak eğitimin, ancak özel eğitim sistemiyle mümkün olacağını düşünüyorum. Eğitimin özelleştirilmesi, birçok insan için rahatsız edici olsa da uygulamaya geçirilebilecek en mantıklı adımdır. Türkiye’deki ve birçok ülkedeki mevcut sisteme baktığımızda devletin eğitim müfredatı üzerinde sıkı ve geniş bir kontrole sahip olduğunu görüyoruz. Bu durum, insanların nasıl eğitilmesi gerektiğine ve neleri öğrenmesi gerektiğine bir avuç insanın karar vermesi anlamına gelir. Zihinleri merkezi bir sistem aracılığıyla yönlendirmeye çalışmak açık ve net bir şekilde insanlığa hakarettir. Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu iyi niyetle çıkarılmış bir kanundur; ancak bütün eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması, eğitim kurumlarında verilen eğitimin içeriğinin devlet tarafından kontrol edilmesi iyi bir sonuç doğurmamaktadır. Paternalist 1 zihniyet, özgürlüğün ve gelişmenin önündeki en büyük engellerden birisidir. Öğrencilerin hangi tip okullarda nasıl bir eğitim alması gerektiğine en iyi karar verecek olan kişiler yine insanların kendisi yani halktır, hantallaşmış bir devlet kurumundaki memurlar değil. Eğitim müfredatı nasıl ve neye göre belirlenecek? Bir girişimci hangi tip ürünü (hizmeti) nasıl, nerede ve ne şekilde satacağını (sunacağını) nasıl ki kendisi belirliyorsa eğitim kurumları da kendi müfredatlarını, eğitim-öğretim yöntemlerini kendileri belirlemeli. Eğitimin çok önemli olması temel mantıkta bir değişikliğe gidilmesini, merkezi bir sistemin benimsenmesini gerekli kılmaz. Bir üniversite hangi fakülteleri açacağını, bu fakültelerde ne kadar süre, hangi konuları öğreteceğini tamamen ve özgürce kendisi belirlemeli ki merkezi sistemin herhangi bir şeyi dayatabilmesi mümkün olmasın. Not olarak belirteyim ki burada bahsettiğim sistem, ilkokul dahil bütün eğitim kurumlarında geçerli olmalı. Okulların bu şekilde kurulduğu bir şehirde yaşadığımızı hayal edelim. Yapacağımız şey çok basit. Almak istediğimiz eğitimi en iyi şekilde sunan okul hangisiyse onu tercih edeceğiz. Göz doktoru olmak istiyorsam piyasadaki tüm tıp fakültelerini araştıracağım, ders programlarını, akademik kadrosunu, teknik imkanlarını öğreneceğim ve benim için hangisinin iyi olduğunu düşünüyorsam o okula başvuracağım. Bir tıp fakültesi bana saçma sapan dersler vereceğini, yetersiz öğretim elemanlarıyla bu derslerin işleneceğini söylüyorsa ben elbette ki o tıp fakültesini tercih etmeyeceğim. Burada önemle vurgulamak istediğim konu bir okuldaki müfredatın en ufak bir şarta bile bağlanmaması, müfredatı o okulun tamamen özgürce belirlemesidir. Bir okul çıkıp sadece ve sadece resim yapmayı öğreteceğini, bunun dışında hiçbir konuya yer vermeyeceğini söyleyebilir. Eğer bu okula talep varsa, hem okul hem de o okulda okuyan öğrenciler hallerinden memnunsa, kısacası karşılıklı rıza söz konusuysa bundan devlete ne, bundan kime ne? Böyle bir ihtimalde ülkemizde çok yetenekli ressamların yetişmesi, dünyanın her yerinden insanların bu ressamların resimlerini görmek için ülkemize gelmesi mümkün olamaz mı? Sadece ve sadece siyaset tarihi dersleri veren bir okulda yetişen tarihçilerin, bütün insanların ufkunu geliştirecek olması, düzenleyecekleri tarih seminerlerinin canlı yayınlarla bütün dünyada yayınlanması imkansız mı? Bir okulun eğitim-öğretim kalitesini kim değerlendirecek? Okulların ne kadar iyi olduğu, genel olarak mezunlarının kalitesi, okulun sunmuş olduğu imkanlar, öğretmenlerinin kalitesi, öğrettikleri konular ile belirlenir. İnsanlar çocuklarını bir okula yazdırırken geniş kapsamlı araştırma yaparlar. Her aile, çocuklarını yazdıracağı okulun ne derece kaliteli olduğunu, o okulda hangi öğretmenlerin olduğunu, öğretmenlerin ne kadar iyi eğitmen olduğunu araştırdıktan sonra çocuğunu okula yazdırıyor. Günümüz Türkiye’sinde adrese dayalı eğitim sistemi yürürlükte olmasına rağmen ailelerin çocuklarını bazı okullara yazdırmak için tanıdıkları insanlarla anlaşarak ikametgah adreslerini göstermelik olarak değiştirdiklerine birçoğumuz şahit olmuşuzdur. Dolayısıyla bir okulun ne kadar iyi olduğunu o topraklarda yaşayan insanlar gayet iyi bilmektedir ya da en azından bilmelidir. Bir okul kötü eğitim veriyorsa insanlar o okulu tercih etmeyecek ve o okul ya kendisini yenileyip geliştirmek ya da kapatmak zorunda kalacaktır. En iyi denetim sistemi, insanların tercihleriyle yapmış oldukları denetim sistemidir. Nasıl ki hiçbirimiz çürük meyve satan manavdan bir şey almamayı, bunun yerine daha kaliteli ürünler satan yerlerden satın almayı, yeri geldiğinde fiyat-performansı dikkate alarak satın almayı tercih ediyorsak çocuklarımızın kötü olduğunu düşündüğümüz okullarda okumasını istemeyiz. Aynı şey kendimiz için de geçerli. Bir lise, üniversite tercih edeceksek o okulun bize fayda sağlamasını isteriz. Kötü yayın yapan gazetelerin az satması gibi, insanların önceliklerine hitap etmeyen televizyon kanallarının izlenme oranının düşük olması gibi okullar da ancak başarılı olabildikleri ölçüde, insanlara faydalı olabildikleri ölçüde faaliyetlerine devam edebilecektir. Aksi takdirde piyasadan silinip gideceklerdir. Burada akla hukuka aykırı eğitim-öğretim veren okulların akıbeti meselesi gelecektir. Eğer bir okulda yasalarca suç sayılan eylemler gerçekleştiriliyorsa zaten adalet sistemi devreye girip sorumlulara gereken cezayı verecek, okulun bu amaçla kurulduğunun tespit edilmesi halinde de okulun kapatılmasına mahkemelerce karar verilecektir. Karşımızda 2 tip denetim sistemi var. İlki insanların denetleyip, tercih ederek/etmeyerek ödüllendirdiği/cezalandırdığı denetim sistemi, ikincisi ise tarafsız ve bağımsız mahkemelerin yasalara aykırı durumlarda cezalandırdığı denetim sistemi. Bu iki denetim sistemi dışında yapılan her türlü denetim bireylere ve topluma zarar verir. Bir okulun hangi dersleri verip derslerde neyi öğreteceği devlet adlı örgütün haddine değildir. Devlet dediğimiz örgüt, geçici süreyle bir ülkenin başkentinde toplanıp bir takım kararlar alan, toplumun maaşlı elemanlarından başka bir şey değildir. Devletin güvenlik ve adalet gibi konular dışında görev ve yetkileri olmamalıdır. Eğitimi en iyi bilecek olan kişiler, devletin gücüne ve yetkisine sırtını dayayarak yozlaşmaya ve hantallaşmaya meyilli olan kamu görevlileri değil, eğitimcilerdir. Bir ülkede eğitim kurumlarının tümünün özelleştirilmesi, eğitimin bir avuç insanın inisiyatifinden alınarak gerçek sahiplerine teslim edilmesi demektir. Eğitimin özelleşmesi demek, eğitimin sizin benim gibi insanlar tarafından, halk tarafından verilmesi demektir. Dünyadaki, akademik camiadaki yeniliklere ve gelişmelere, bu konuda uzman olan kişiler, devletin maaşlı elemanlarına göre daha kolay ve hızlı adapte olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nden örnekler Ocak 2017’de Milli Eğitim Bakanı evrim teorisinin ortaöğretim kurumlarında okutulmasına gerek olmadığını, bu konunun daha üst kurumlarda verilebileceğini açıkladı. Cihad kelimesinden ne anlamamız gerektiğine dahi karar veren, ezber mantığının geleneğimiz için önemli bir yöntem olduğuna hükmedip bu yönde talimatlar veren kamu görevlileriyle karşı karşıyayız. Gelecek nesillerin hayatı, belirli süreliğine seçilen insanların keyfine bırakılmış durumda. İnsanların neleri öğrenmesi gerektiğine bir avuç insan canları öyle istediği için belirli yönde karar veriyor. Bugün X partisinin zihniyetiyle belirli bir ideoloji çerçevesinde şekillendirilen eğitim, ilerde tam zıt zihniyete sahip insanlar tarafından