Fiyat nedir, ne işe yarar, nasıl belirlenir?

Daha önceki yazıda ilkel durumdaki bir ekonominin gelişmesinin ilk adımlarını inceledik. Tasarruf yaparak risk alan ve kafasındaki yeni fikri uygulamaya geçiren, bunun için sermaye malı üreten kişiler sayesinde ekonominin gelişmesi mümkün hale geldi. Tasarruf yapmayan veya yapamayan kişiler de kredi sayesinde refahlarını artırabildi. Adaya yeni insanlar geldi ve hepsi aynı mantıkla ekonomik faaliyette bulundu. Sermaye malına sahip olmayanlar, emekleriyle doğadaki kaynakları dönüştürdü. Kimisi tasarruf ve yatırımla refahını artırdı, kimisi bir başkasının tasarruflarını ödünç alarak refahını artırdı. Adada artık yüzlerce insan var. Adanın ekonomisi sadece balıktan oluşmuyor; demirci, marangoz, aşçı, çiftçi gibi birçok insan adada yaşıyor. Her bir insan, adadaki bir başka insana bir ürün veya hizmet sunuyor. Ancak hangi ürün hangisinden daha değerli? Hangisi daha çok balığa (refaha) sahip olmalı? Bütün bunların fiyat mekanizması sayesinde sorunsuzca işlediğini göreceğiz. Fiyat nasıl oluşur? Fiyat kavramını kafamızda daha iyi oturtabilmek için bir örnek üzerinden gideceğiz. Adada henüz para diye bir şey yok. İnsanlar ürünleri dolaysız bir şekilde, direkt olarak takas ediyorlar. Takas ekonomisinde fiyatların nasıl oluştuğunu anlamak daha sonra parayı anlamamızı sağlayacak. Herhangi bir piyasada bir ürünün birim miktarıyla bir başka ürünün birim miktarı takas edilir. Fiyat, bu birimlerin birbirine oranıdır. Ali ve Ayşe, muz ve elmaları değiş tokuş etmek için bir araya gelecek (piyasa oluşturacak). Örneği basitleştirmek adına, her ikisi de en fazla 4 elma ve 4 muz elde edebiliyor. Yani 25 farklı kombinasyon mümkün (4 elma ve 4 muz, 3 elma ve 0 muz, 1 elma ve 2 muz vs.). Grafikte Ali’nin bu kombinasyonlar arasındaki tercih sıralaması görünüyor. En çok değer verdiği seçenek 1 numara iken en az değer verdiği seçenek 25 numara: İlk bakışta Ali elmayı muzdan daha çok seviyor gibi görünüyor. Örneğin Ali’nin elinde muz veya elma yoksa ve sadece 1 adet ürün seçmesi gerekse, elmayı seçecek. Tablo bunu bize gösteriyor. En alt sırada 0E ve 0M varken; 1E ve 0M seçeneği 23. sırada, 0E ve 1M seçeneği 24. sırada. Daha üst sırada olan seçenek, Ali’nin daha çok değer verdiği seçenek. Asla unutmamamız gereken nokta: Her insan gibi Ali de ürünlere birim birim değer veriyor. Elinde hiç ürün yokken 1 adet ürün seçmesi gerekse elmayı daha değerli görüyor; ancak elinde zaten 1 adet elma varken bir başkasının ona 1 adet elma veya muz önermesi halinde Ali muzu seçecek. Çünkü 1 elma ve 1 muz seçeneği 17. sıradayken; 2 elma ve 0 muz seçeneği 21. sırada. Ali, her insan gibi daha fazla ürünü daha az ürüne tercih ediyor. 17. ve 19. sıralara baktığımızda Ali daha az sayıda ürüne daha fazla değer veriyormuş gibi görünüyor. Garip değil mi? Elbette değil. Ali’ye göre 1 elma ve 1 muza sahip olmak 3 elma ve 0 muza sahip olmaktan daha değerli; çünkü Ali farklı iki ürüne sahip olmayı tek çeşit ürüne sahip olmaktan daha değerli görüyor. Dolayısıyla garip veya irrasyonel bir durum yok. “Ali, elmaya/muza daha çok değer veriyor” gibi bir önerme mümkün değil; tıpkı insanlar suya elmastan daha fazla değer veriyor önermesinin mümkün olmaması gibi… Bütün bunlar tercihte bulunacak kişilerin halihazırda neye sahip olduğuna ve önlerindeki seçeneklerin ne olduğuna bağlı olarak değişiklik gösterebiliyor. Her insan gibi Ali de yukarıdaki tabloyu bir kural veya matematiksel hesaplama şeklinde oluşturmuyor. Subjektif değerleri daha rahat anlayabilmek için bu tabloyu oluşturup işleri kolaylaştırdık. Gerçek hayatta bir tercihte bulunurken Ali de hepimiz gibi mümkün olan en üst sıradaki seçeneği o anki bilinciyle tercih ediyor. Örneği zorlaştırmamak adına Ayşe’nin tercih sıralamasının Ali’ninkiyle aynı olduğunu kabul ediyoruz. İkisinin ellerinde farklı ürünler olacağı için tercihleri de ona göre şekillenecek. Bir takas yapmaya karar verdikleri anda her ikisi de kendi tercih sıralamalarında daha üst sıraya geçecekler, yani her ikisi de kendilerince daha değerli olan seçeneği tercih edecek; yani her ikisi de kâr edecek. Ali ve Ayşe bir araya geliyor ve Ali’nin elinde 4 elma ve 0 muz var iken (16. sırada) Ayşe’nin elinde ise 0 elma ve 4 muz var (18. sırada). İlk bakışta varabileceğimiz sonuçlardan bir tanesi, farklı damak zevkleri olsa dahi ellerindeki malları değiş-tokuş ettikleri takdirde her ikisi birden eskiye göre daha iyi bir duruma geçebilir. Takas sonucunda ellerinde kalan meyvelerin sayısı farklı olsa da subjektif değerlemeleri her ikisini de daha avantajlı bir konuma taşıyabilir. Alttaki tabloyu da inceleyerek muhtemel tercihleri anlamaya çalışalım: Gönüllü gerçekleşen ilişkide her iki tarafın da kâra geçtiğini biliyoruz. Her ikisinin de birbirlerine önerdikleri fiyatları kabul etmeme ve herhangi bir zamanda değiş tokuştan vazgeçme hakkı bulunuyor. Öyleyse yapacağımız ilk tespit, hangi fiyatta anlaşırlarsa anlaşsınlar Ali için 17’den 25’e kadar olan seçenekler ihtimal dışında kalacak. Ayşe için ise 19-25 seçenekleri ihtimal dışı. Her ikisi de bulundukları konumdan daha yukarıdaki bir konuma geçmeyi arzuluyor. Fiyatın 1 elma = 1 muz olarak kabul edilmesi durumunda: 1 elma ile 1 muzu takas ederlerse Ali 12. sıraya (3E 1M) yükselecek. Bu durumda Ayşe 13. sıraya yükselecek. Ancak daha da üst konuma ilerleyebilirler. Ellerindeki meyvelere bakıp tekrar düşündüklerinde ekstra 1’er elma ve muzu takas etmelerinin her ikisi için daha kârlı olduğunu fark ediyorlar: Her ikisi de 11. sıraya (2E 2M) yükseliyor. Eğer birer meyve daha takas ederlerse Ali daha alt sıraya (13. sıra – 1E 3M) düşecek. Öyleyse 1:1 oranla gerçekleşen takasta 2’şer meyveyi değiş tokuş edebilirler. Bu durumda 1 elmanın fiyatı 1 muzdur; 1 muzun fiyatı 1 elmadır. Ancak başka seçeneklerin ve tercihlerin oluşması mümkün: Farz edelim ki Ali şöyle bir teklifte bulunuyor: “Bana 2 muz verirsen sana 1 elma veririm. Bunun dışında bir seçeneği kabul etmiyorum. Bunda anlaşamazsak çekip gideceğim.” Ayşe bu öneriyi kabul ederse kâra geçer mi? Tabloya baktığımızda kâra geçeceğini görüyoruz. Ayşe 15. sıraya (1E 2M) yükselir. Ali ise 7. sıraya (3E 2M) yükselmiş olur. Bu durumda 1 elmanın fiyatı 2 muzdur; 1 muzun fiyatı 1/2 elmadır. Farz edelim ki Ayşe şöyle bir teklifle geliyor: “Bana 2 elma verirsen sana 1 muz veririm. Bunun dışında bir seçeneği kabul etmiyorum. Bunda anlaşamazsak çekip gideceğim.” Ali kabul ederse 14. sıraya (2E 1M) yükselecek. Ayşe ise 8. sıraya (2E 3M) yükselecek. Bu durumda 1 elmanın fiyatı 1/2 muzdur; 1 muzun fiyatı 2 elmadır. Fark edileceği üzere bir başka seçenek daha mümkün: Ali’nin spesifik olarak 3 muz talep ettiğini ve karşılığında 1 elma vermeye razı olduğunu düşünelim. Ayşe bunu kabul ederse kâra

Temel iktisada giriş – Crusoe Economics

Ekonomiye doğru bir mantıkla yaklaştıktan sonra oldukça ilkel bir ekonomik durumdan daha refah bir seviyeye geçmenin nasıl mümkün olabildiğine bakacağız. Önceki yazıyı da dikkate alarak ekonomi tanımı yapmamız artık daha kolay. Ekonomi, doğada alternatifleri de bulunan kıt malların, en acil (en çok tercih edilen) talepler için tahsis edilmesidir. Bir bölgedeki ekonominin nasıl geliştiğini anlamak için hayali bir adamız ve insanlarımız olacak. Hikayedeki bazı unsurlar, meselenin temel mantığını daha rahat kavramak adına basitleştirilecek. Her bir gelişmeyle beraber iktisadi terimleri de öğreneceğiz ve yavaş yavaş modern karmaşık ekonomiyi anlayabilir hale geleceğiz. Mevcut ilkel ekonomik durum: Emek Ali, Ayşe ve Mehmet ıssız bir adada yaşar. Adanın ekonomisi tek bir üründen oluşur: Balık. Adanın çevresindeki sığ sularda balık bulmak mümkündür ve bu üç arkadaş her gün saatlerce emek harcayarak çıplak elleriyle balık tutar. Her biri her gün 1’er balık yakalayıp yiyerek gününü geçirir ve ertesi güne uyanır. 1 balık, her birinin bir günü çıkarabilmesine yetecek özelliklere sahiptir. Balığı çıplak elle yakalamak o kadar zahmetlidir ki başka bir şey yapmaya vakit bulamazlar. Üç arkadaşın lüks barınaklarda yaşaması, çok kaliteli kıyafetler giymesi, çok lezzetli farklı yemekler yemesi, çılgınca eğlenmeleri, kaliteli ve rahat bir eğitim almaları, en üst seviyede sağlık hizmeti almaları mümkün değildir. Çünkü adanın ve üç arkadaşın mevcut durumu buna izin vermez. Zenginleşmenin ilk adımları: Yeni fikir ve zaman tercihi Her gününü aynı şekilde yaşayıp refaha ulaşamamaktan şikayet eden Ali düşünüp hayal kurmaya başlar. Balığı yakalamak zordur çünkü balık kaygan ve hareketlidir. Çıplak elle balığı tutup kavramak bu yüzden zorsa, bir aletle balığın kaçmasını zorlaştırmak mümkün olabilir mi? Ali’nin aklına bir ağ yapma fikri gelir. Bir ağa sahip olursa balıkları o ağın içine alıp yakalaması daha kolay olabilir. Böylece aynı refahı elde edebilmek için çok daha az çaba harcayacaktır. Ayşe ve Mehmet, ağaç kabuklarından ip yapmaya başlayan Ali’nin balık yakalamaya çalışmadığını görünce şaşırır. Ali, balık tutmaya gitmeyerek kendi hayatını tehlikeye atmaktadır; çünkü yakalayıp yiyebildikleri tek gıda balıktır. Ayşe ve Mehmet o gün de balık yakalayıp yedikleri için rahat ve toktur, Ali aç ve yorgundur. Günün sonunda Ali, bir ağ yapmayı becerir. Az tüketim (tasarruf) ve risk alma sayesinde Ali artık bir sermaye malına sahiptir. Ürettiği ağ ile günde 1’den fazla balık yakalama ihtimali artmıştır. Ağın işe yarayıp yaramayacağı henüz belli değil. İpler veya sopa sağlam olmayabilir. Ali’nin ağ ile balık tutma yeteneği de olmayabilir. Deneyip görmesi gerekecek. Ali suya girer ve yeni aletiyle beceriksiz bir şekilde bir şeyler yapmaya çalışır. Bir süre sonra işi kavrar 1 adet balık yakalar. 1 saat sonra ikinci balığını da yakalamıştır. Ali, az tüketerek (tasarruf yaparak) ve risk alarak üretmiş olduğu alet sayesinde artık eskisinden daha az çaba harcayarak eskisinin 2 katı kadar balık yakalamıştır. Ali’nin ekonomisi ikiye katlanmıştır. Ayşe ve Mehmet çıplak elleriyle birer balık yakalarken, Ali üretmiş olduğu alet sayesinde çok daha kısa sürede daha fazla balık yakalar hale gelmiştir. Dikkat edersek Ali’nin hem tüketmeye devam etmesi hem de aynı zamanda alet üretmesi mümkün değildir. Hem Ali’nin hem de adanın mevcut durumu buna izin vermemektedir. İnsan, emeğini hem tüketmeye hem de üretime yöneltmeye (örnekte alet yapmaya) aynı anda özgüleyemez. Zaman, kıttır. Kıt olan zaman, sadece tek bir seçeneğe özgülenebilir. Ya şu anda balık tutma eylemi tercih edilecektir ya da gelecek zamanda daha fazla balığı elde etmeyi umarak şu anda bir sermaye malı üretilecektir. Ali, tüketimini azaltmıştır ve bu durum onu kısa bir süre zorlayacaktır. Ancak Ali’nin durumu bu sayede gelecekte daha iyi olacaktır. Ali’nin eylemi yatırımdır. Zaman tercihi (time preference), aynı malın daha yakın gelecekteki x miktarıyla daha uzak gelecekteki y miktarı arasında seçim yapmaktır. Normal şartlarda insan bir malı uzak gelecekte değil, daha yakın gelecekte elde etmeyi tercih eder. Örneğin; Ayşe şu andaki 1 adet balık ile ertesi günkü 1 balık arasında tercih yapmak zorunda kalsa daha yakın zamanı tercih edecektir. Demek ki insanın normal ilkel şartlarda zaman tercihi yüksektir. Şu anda 1 balık ile ertesi günkü 4 balık arasında seçim yapmak zorunda kalan Mehmet’in tercihi ne olabilir? Bu cezbedici ihtimalde Mehmet yarınki 4 balığı tercih edebilir. Ancak bunun için yukarıda anlattığım şekilde az tüketim ve risk alması gerekecektir. Daha da önemlisi, şimdiki zamana özgüleyebileceği kaynakları gelecekteki kullanımı için özgülemesi gerekir. Bu durum, insanın zaman tercihinin düşük olduğunu gösterir. Not: Zaman tercihini anlamak, faiz kavramını anlamanın ön koşuludur. Sonraki yazılarda para, faiz ve iş döngüsünü (boom-bust cycle, trade cycle, business cycle) incelerken zaman tercihinden faydalanacağız. Refahın paylaşımı: Herkes nasıl zenginleşecek? Girişimci Ali’nin parlak bir geleceği var gibi görünüyor. Ancak Ayşe ve Mehmet ne olacak? Ali’nin yapmış olduğu eylemler adada bir eşitsizlik yaratmadı mı? Ali, diğer iki arkadaşına zarar vermiş mi oldu? Böyle giderse iki arkadaşı daha kötü duruma mı düşecek? Yoksa Ali’nin daha fazla zenginleşmek istemesi, iki arkadaşının da zenginleşmesine mi yol açacak? Ali’nin ağ ile kısa bir süre balık tutup kalan boş zamanında başka şeyler yaptığını fark eden Ayşe ve Mehmet, Ali’den ağı kendileriyle paylaşmasını ister. Ali başka şeyler yaparken ağ boşta durmaktadır. Paylaşmamak açgözlülük değil midir? Az tüketerek aldığı riski düşünen Ali, endişeye kapılır. Bulduğu fikir ve yaptığı fedakarlık sayesinde ürettiği balık ağını Ayşe ve Mehmet kırarsa ne olacaktır? Alıp da geri vermezlerse ne olacaktır? Ali’nin kafasındaki bütün refah planları böylece suya düşebilir. İkisine de kendi ağlarını kendilerinin yapmasını önerir. Ayşe ve Mehmet ağ yapmayı becerememekten korkarlar, çünkü aldıkları risk sonucunda başarısız olabilir ve aç kalabilirler. Ayşe ve Mehmet’in aklına bir fikir gelir. Ali’nin ödünç vereceği her balık karşılığında daha sonra Ali’ye 1 adet balığı geri vermeyi teklif ederler. Ali bu fikri de şüpheyle karşılar. Kendi üretkenliği ve girişimciliği sayesinde yakaladığı balıkları arkadaşlarına verirse onların tatil yapmayacağını nereden bilebilir? Belki de başarısız olacaklar. Ali’nin birikimleri bir hiç uğruna yok olabilir. Şu anda 1 balığı ödünç verip daha sonra yine 1 balığı geri alma ihtimali, Ali’yi doğal olarak cezbetmez. Ayşe ve Mehmet’in talebi, Ali’nin hiçbir şekilde çıkarına fayda sağlamayacak bir risk almasıdır ve bunun makul bir talep olmadığını fark ederler. Finansal bir fikir doğuyor Ayşe başka bir fikirle gelir. Ali’den ödünç balık ister ki kendi ağlarını yaparken aç kalmasınlar. Ağı tamamlayıp balık tutmaya başladıktan sonra da Ali’ye 2 adet balığı geri verebilirler. Ali için bu %100 kâr demektir. Hiçbir şey yapmadan(!) kâr etme fikri Ali’yi

Ekonomiyi Doğru Anlamak – İktisada Avusturyan Bakış

Ekonomi biliminden ne anlaşılması gerektiğine ve iktisadın içeriğinin ne olduğuna dair farklı görüşler mevcut. Bu yazıda ekonomi bilimine nasıl bakılması gerektiğini Avusturya Ekolü perspektifinden anlatmaya çalışacağım. Praxeology İnsan eylemi bilimi anlamına gelen praksiyoloji Avusturya İktisat Okulu’nun benimsemiş olduğu metodolojidir. İnsanın eylemde bulunduğu gerçeğinden yola çıkarak tümdengelim yöntemiyle doğru teoremlere ve analizlere ulaşılabileceğini söyler. İktisat, insan eylemi biliminin alt dalıdır ve insan eyleminin anlaşılması ekonomiyi de anlaşılır hale getirecektir. Yalnızca birey eylemde bulunur, yalnızca birey tercih yapar. Bir grup insan toplu halde hareket etse bile aslında o grup içindeki bireyler tek tek eylemde bulunmaktadır. Öyleyse insan eylemini anlayıp açıklamaya ve bu sayede doğru ekonomik teoremler ortaya koymaya çalışalım. Ancak insan eylemini anlayabilirsek üretim, tüketim, tasarruf, sermaye, para, mal, yatırım, faiz, kira, emek, enflasyon, döviz, kriz, iş döngüsü gibi konuları doğru bir şekilde anlayabiliriz. Praksiyoloji ile diğer birkaç bilim dalı arasındaki farklara kısaca bakalım: Praksiyoloji; insanların eylemde bulunduğu, yani tercih ettikleri amaçlara ulaşmak için belli araçları kullandığı gerçeğinden yola çıkarak ulaşılan mantıksal çıkarımları konu edinir. Teknoloji; tercih edilen amaçlara nasıl ulaşılabileceği, hangi araçların nasıl kullanılabileceğine dair sorulara cevap arar. Psikoloji; insanların neden ve nasıl çeşitli amaçları hedefleyip benimsediklerine odaklanır. Etik; insanların hangi amaçları veya değerleri benimsemeleri gerektiği (should) sorusuyla ilgilenir. Tarih; geçmişte hedeflenen amaçları, bu amaçlara ulaşmak için hangi araçların kullanıldığını ve bu eylemlerin sonuçlarının ne olduğunu inceler. Temel praksiyolojik önermeler İnsan eylemde bulunur. Bu cümle bir gerçekliği ifade eder. İnsan eylemi, reflekslerden farklıdır; çünkü refleksler bilinçsizce gerçekleşir, insanın amaçladığı bir sonuca yönelmez. Hareket etmeyip de oturmayı, yatmayı seçen bir insan da praksiyolojik anlamda eylemde bulunmaktadır. Asla hareket etmeyen, asla eylemde bulunmayan bir insan zaten insan olmaktan çıkmış demektir ki bu durumda ne iktisadın ne de başka bir bilimin konusu olabilir. Eylem aksiyomundan yola çıkarak doğruluğundan emin olabileceğimiz önermelere bakalım. İnsan eylemi, belli araçları kullanarak mevcut durumdan daha iyi bir konuma geçmeyi amaçlayan davranıştır. Yukarıdaki cümle insanın eylemde bulunduğu gerçeğinden yola çıkarak, akıl yürütme ve tümdengelim yöntemiyle ulaşılan bir başka doğru cümledir. Bu cümleyi inkar etmek mümkün değildir. Çünkü inkar eden insan, tercih etmiş olduğu sonuca ulaşmak ve cümlenin aksini kanıtlamak amacıyla belli araçları (vücudunu veya teknolojik bir aracı) kullanmış demektir. Bu cümleyi inkar etme çabası, inkar eyleminin kendisi ve inkarın içeriği arasında bir çelişkiye yol açar. İnsan eylemi, mevcut durumun rahatsızlığını gidermek amacıyla mevcut seçenekler arasından en iyi/en uygun olduğu düşünülen seçeneğe yönelmiş olan harekettir. İnsan daha iyi bir konuma geçmek istemeseydi eylemde bulunmazdı. Eylem hangi amaca yönelmiş olursa olsun eylemde bulunan kişi için o amaç, mevcut diğer seçenekler arasındaki en iyi seçenektir. Elma yiyen bir insan, diğer bütün seçenekler arasından o zaman dilimi içinde en çok değer verdiği seçenek elma yemek olduğu için bunu seçmiştir. Her insan, her eyleminde mevcut seçenekleri yukarıdan aşağıya doğru sıralayarak en üste koyduğu seçeneği tercih eder. Bu sıralama işlemi kardinal değildir; ordinaldir. Yani bu tercihlerin matematiksel olarak ifade edilmesi mümkün değildir; ancak sıralama yaparak ortaya konması mümkündür. En üst sıraya elma yemeyi, ikinci sıraya sinemaya gitmeyi koyan insan elma yemeyi sinemaya gitmekten x kat fazla tercih ediyor diyemeyiz. Varabileceğimiz sonuç, o insanın o zaman zarfı içinde elma yemeyi sinemaya gitmekten (ve diğer tüm seçeneklerden) daha değerli gördüğüdür. Dikkat edilmesi gereken nokta praksiyolojinin alt dalı olan iktisadın insan eyleminin içeriğiyle ilgili herhangi bir değer yargısında bulunmamasıdır. Eylemin yöneldiği amacın iyi-kötü-güzel-çirkin-gerekli-gereksiz-mantıklı-saçma olmasından bahsedilemez. Önemli olan nokta, insanın hedeflediği amaca yönelmiş olduğu gerçeğinin tespit edilmesidir. Varabileceğimiz sonuç, eylemin yöneldiği amacın eylemde bulunan insan için bir değer ifade ediyor olduğu gerçeğidir. Her insan, bir amaca değer verdiği için eylemde bulunur. Eylemi tetikleyen psikolojik veya sosyolojik sebepler, iktisadın alanı değildir. “İnsan rasyonel midir?” tartışmasına dahil olmak artık daha kolaydır. Rasyonel tercih, herkes tarafından objektif olarak belirlenebilen bir olgu değildir; çünkü her insan farklı tercihlerin daha rasyonel olduğunu iddia edebilir. Praksiyolojideki temel nokta her insanın kendi bilinci, benliği, hayatı, bilgisi, inancı, duygu ve düşünceleri çerçevesinde amaçlı bir şekilde eylemde bulunuyor olmasıdır. Rasyonel kelimesi bu anlamda düşünülürse her insan eylemi elbette ki rasyoneldir. Ancak anlam karmaşasına mahal vermemek adına “insan eylemi amaçlı davranıştır” (human action is purposeful behavior) tespitini yapmak daha yerinde olacaktır. Bir insanın eyleminin rasyonel olmadığı, başka bir insan tarafından iddia edilemez. Çünkü eylemi gerçekleştiren aktör, kendi dünyası çerçevesinde amaçlı hareket etmektedir. Sıkça dile getirilen reklam/manipülasyon gibi etkenler “akıl dışı tercih” iddiasına gerekçe olamaz. Eylemde bulunan insanın tercihi zorlamaya/baskıya/şiddete/müdahaleye maruz kalmadığı sürece her insanın her eylemi o insan için akılcıdır. İnsan eylemi, süreç/zaman içinde gerçekleşir. Bütün eylemler mevcut zamanda başlar ve gelecekteki (yakın veya uzak gelecek) bir sonucun elde edilmesi amacını taşır. Yaşadığımız evrende zamandan bağımsız bir eylem düşünülemez. Eylem sonucunda ulaşılacak olan amaç zamana gerek duymaksızın anında gerçekleşebilseydi, insan eylemde bulunmazdı. İnsan eyleminin zaman içinde gerçekleşmesi ve insanın bir amaca yönelmesi, onun sınırsız bilgiye sahip olmadığını da göstermektedir. Sınırsız bilgiye sahip olsaydı, eylemde bulunması bir değişiklik yaratmayacaktı. Halbuki her eylem, bir değişiklik yaratma amacı güder. İnsan, mevcut durumunu değiştirmek istediği için eylemde bulunur. Buradan çıkan bir başka gerçeklik, içinde yaşadığımız evrenin belirsiz olması veya %100 belirli olmamasıdır. Yani insan eyleminin o insanın hayatında ne gibi bir değişikliğe sebep olacağı her zaman %100 olarak tahmin edilemez. Bu belirsizlik, insanın amaçlı hareket ettiği gerçeğini değiştirmemektedir. İnsan eylemine konu olan araçlar kıttır. İnsan, amacına ulaşmak için herhangi bir aracı seçmek zorundadır. Bunu yaparken de kendince en uygun gördüğü aracı kullanır. Bunun sebebi doğadaki kaynakların kıt olmasıdır. Zira kaynaklar kıt olmayıp sınırsız miktarda olsaydı zaten amaçlanan sonuca anında ulaşmak mümkün olurdu ve eylemde bulunmaya gerek kalmazdı. Bütün araçların sınırsız olduğu şeklinde uç örneği düşündüğümüzde bile zamanın ve eylemde bulunan insanın bedeninin kıt olması, inkar edilemeyecek gerçekliktir. Test/deney gerekli midir? Dikkat edersek yukarıda yapılan akıl yürütmelerin test edilmesi mümkün değildir. Biz bu cümlelerin gerçekliğini aklımızla algılıyoruz. Bunların test edilmesi mümkün olsa bile, test etmeye gerek yoktur. Çünkü her bir cümle, eylem aksiyomundan yola çıkarak tümdengelim yöntemiyle oluşturulmuştur. Eylem aksiyomunun doğruluğundan emin olduğumuza göre, mantıksal çıkarımlarla ulaştığımız diğer sonuçlar da doğru olmak zorundadır. Tarihte gerçekleşmiş herhangi bir olay veya tarihsel gerçekliklerden yola çıkılarak oluşturulan herhangi bir grafik/istatistik, yukarıda ulaştığımız önermeleri yanlışlayamaz. Kaldı ki insan, subjektif değerleri olan ve özgürce eylemde bulunma yeteneği olan bir varlık olduğuna göre insan eylemlerini teste tabi tutmak başlı başına

Hukuk sistemini tamamen serbest piyasaya bırakmak… Kaos mu yoksa refah ve özgürlük mü?

I- Giriş Özgürlüğün refah getireceğine inanan, ekonominin serbest piyasaya bırakılması gerektiğini düşünen insanların çok büyük bir çoğunluğu konu bir noktaya gelince sıkıntı yaşar: Hukukun özelleştirilmesi. Mahkemelerin ve güvenlik güçlerinin özelleştirilmesi fikri temelden sorunlu bir fikir gibi görünür. Fikrimce liberteryen hukuk teorisi ve dolayısıyla piyasanın tamamen serbest olması gerektiği fikri doğal hukuk, saldırmazlık prensibi, argümantasyon etiği, praksiyoloji gibi kavramlarla ispatlanabilir. Faydacı veya deneyci düşünmenin gereği yoktur. Ancak birçok insan serbest piyasada hukuk sisteminin işlemeyeceğini çeşitli senaryoları örnek göstererek iddia ettiği için burada pratik örneklere başvuracağım. Yani hukuk ismi verilen hizmetin dayanması gereken değer sisteminden ziyade kimlerin hangi yöntemlerle neyi gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğine dair açıklamalar yapacağım. Bunun için öncelikle hukukun nasıl anlaşılması gerektiğine dair yazımın okunması faydalı olacaktır. Devletin olmadığı, tamamen serbest bir piyasada hukuk ve güvenlik sistemi nasıl işler? Kaos çıkar mı? Öncelikle hukuk derken neyi kastettiğimizi açıklığa kavuşturmak gerekir. Hukuk dediğimiz şey belli bir düzeni amaçlar ve aslında kabaca birden fazla insan arasında çıkan uyuşmazlığın barışçıl yollarla çözülmesi anlamına gelir. Uyuşmazlıkların hakkaniyetli bir şekilde çözüme kavuşturulması ve haklı ve haksızın tespit edilmesi, adalet olgusuna hizmet edecektir. Uyuşmazlık yaşayan iki tarafla ilgili olarak ne gibi ihtimallerin söz konusu olduğunu düşünmeye çalışalım. Uyuşmazlık çözümü ya barışçıl bir yöntemle ya da saldırgan bir yöntemle ortaya çıkabilir. Uyuşmazlıktan kasıt, kıt bir mal üzerinde birden fazla kişinin mülkiyet iddiasında bulunmasıdır. Kolay anlaşılması açısından basit bir örnek üzerinden gidebiliriz. Örnek: A, B’ye ait olan telefonu çalmıştır. Daha sonra A ve B arasında uyuşmazlık başlar ve her ikisi de söz konusu telefonun kendisine ait olduğunu iddia eder… II – Barışçıl olmayan, kuvvete dayanan yöntem A- Haksız tarafın güç kullanması Buna göre haksız olduğunu bildiğimiz taraf, A, haklı olduğunu iddia eder ve hakkını kuvvet kullanarak elde etmeye çalışır. Bu durum aslında fiziksel anlamda güçlü olanın hayatta kalması anlamına gelir. Peki A böyle bir yöntemi benimser mi? Neden? A’nın B’yi öldürerek (veya başka şekilde bir güç kullanarak) uyuşmazlık konusu telefonu elinde tutmaya devam ettiğini düşünelim. Böyle bir şey gerçekleşirse eğer, A’nın haklı olduğu başka bir uyuşmazlıkta haksız olan kişi tarafından öldürülmesi tehlikesi de ortaya çıkar. (Haksız olduğu halde) Uyuşmazlığın diğer tarafını öldüren kişi, başka bir uyuşmazlıkta başkaları tarafından öldürülebileceğini kabul ettiğini eylemleriyle göstermiş demektir. Çünkü bu kişi “haksız olan taraf fiziksel güç kullanarak menfaat elde edebilir” fikrini savunuyordur. Öyleyse ertesi gün C gelip de A’ya ait başka bir eşyayı çalarsa ve A buna itiraz etmeye kalkarsa C tarafından öldürülebilir. A birçok uyuşmazlığı haksız olduğu halde kuvvet kullanarak çözse bile kendisi veya sevdiği bir insan er ya da geç bir başkası tarafından öldürülme riskiyle karşı karşıyadır. Bu sebeple haksız olan tarafın güç kullanma yöntemine başvurmayacağını düşünebiliriz. Düşünmekten de öte, insanlık tarihinde genel olarak böyle olduğunu da görüyoruz. Anlaşılacağı üzere güç kullanan taraf, uzun vadede zarar görecektir. Konunun ana fikrini kaçırmama açısından istisnalara bu yazıda değinmiyorum. B- Haklı tarafın güç kullanması Örnekte B’nin telefonu A’dan kuvvet yoluyla geri alması doğal hukuk açısından sorun yaratmaz. A, B’ye ait olan telefonu çalmıştır. Nihayetinde telefonun mülkiyeti B’ye aittir ve B’nin rızası olmaksızın telefonun mülkiyetinin bir başkasına geçmesi söz konusu olamaz. Birey, doğal hukuk gereği her ne kadar bunu yapmaya yetkili olsa da modern dünyada böyle bir yola başvurma ihtimali gittikçe düşecektir. Neden? Haklı olan tarafın hakkını tek başına ve güç kullanarak elde etmesi toplum tarafından (kişinin ailesi, arkadaşları, çevresi) şüpheyle karşılanır. Sonuçta insan eğer haklıysa neden bu haklılığını ispatlamak istemez, neden diğer insanlara da göstermek istemez? Yoksa çekindiği, saklamak istediği bir şey mi vardır? Yoksa aslında haksız mıdır? Kuvvet kullanarak başkasından bir eşya alan insanın haklı mı yoksa haksız mı olduğu nasıl bilinebilir? Kişi kendisinden çalınan malı geri almak için mi kuvvet kullanmıştır yoksa başkasına ait olan bir malı kuvvet kullanarak mı elde etmiştir? Yaygın kanının aksine, uyuşmazlık çözüm yöntemi tekel bir örgüte bağlanmadığı takdirde insanlar birbirini öldürmez. Çünkü bu şekilde kuvvet kullanma yöntemi, her iki taraf için de zararlıdır. İnsanlar kendi menfaatlerini düşündükleri için yıkımı, kaosu seçmez. Bu durum, insanları bir metodoloji oluşturmaya yöneltir. Bu metodoloji tahmin edileceği üzere kimin haklı/haksız olduğunun tespit edilmesi sürecidir. Uyuşmazlık yaşayan insanlar kimin haklı olduğunun ortaya çıkarılması için barışçıl bir yöntem belirler ve bu yöntemle beraber çıkacak olan sonuca tabi olur. Tekrar edeyim ki, insanların böyle barışçıl bir yöntem tercih etmesinin sebebi yukarıda anlattığım gibi diğer yöntemlerin kendileri için zararlı olmasıdır. Barışçıl uyuşmazlık çözüm yöntemi dışında bir yöntem belirleyen insanlar hem toplum tarafından dışlanma hem de ilerde bedensel zarar görme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. İnsanlığın belli bir noktadan sonra soyunun tükenmemiş olmasının sebebi, barışçıl yöntemi benimsemiş olmasıdır. III – Barışçıl yöntem Barışçıl yöntem nasıl belirlenecektir? Öncelikle doğası gereği barışçıl yöntem bir tespit etme amacı güder. “Uyuşmazlık konusu telefon A’ya mı yoksa B’ye mi aittir, hangisi telefon üzerinde yetki sahibidir?” sorusu cevaplanmaya çalışılır. Yapılan tespit, sürecin doğası gereği her iki taraf için de bağlayıcı olacaktır. Barışçıl yöntemle telefonun kime ait olduğunu kim tespit edecektir? A ve B arasında uyuşmazlık olduğuna göre uyuşmazlık çözme yetkisinin her ikisinde de olmayacağı barizdir. Çünkü her ikisi de kendisi lehine karar verecektir ve karşı taraf bunu kabul etmeyecektir. İki kişi arasındaki uyuşmazlığın üçüncü bir kişi tarafından çözüme kavuşturulmasının altında yatan temel mantık budur. Üçüncü bir kişi, M, uyuşmazlığı değerlendirecek ve kimin haklı olduğunu tespit edecektir. Hayati mesele bu noktada başlar. M kimdir, ne gibi özelliklere sahiptir, nasıl seçilir ve neden? Uyuşmazlığı çözecek olan tarafın özellikleri Üzerinde anlaşılan M kişisi taraflardan herhangi birinin arkadaşı, akrabası, çok sevdiği bir insan olabilir mi? Bu durumda M’nin taraflardan birinin lehine olacak şekilde uyuşmazlığı çözeceği şüphesi doğacaktır ve her iki taraf da bunu kabul etmez. Her iki taraf da haksız bir şekilde karşı taraf lehine karar verilmesini istemeyeceği için M’nin özellikleri kabaca ortaya çıkar. Güvenilirlik, tarafsızlık-objektiflik, uyuşmazlık çözme konusunda görece uzman olmak… Eğer M, bu özelliklere sahip değilse A ve/veya B tarafından uyuşmazlık çözüm merci olarak kabul edilmeme tehlikesi yaşayacaktır. Çünkü makul olan her insan, uyuşmazlığı çözecek olan kişinin somut ve nesnel bir şekilde bu işi yapmasını talep eder. Bu temel mantık üzerinden M’nin başkaca özelliklerini tahmin etmeye çalışabiliriz. M, keyfi olarak her zaman şikayet eden kişi lehine (örnekte B) karar veremez. Eğer M her zaman şikayet edilen aleyhine karar veriyorsa, haklı olduğu halde şikayet edilen insanlar M’yi

Hukuk neye göre düzenlenmelidir? Tek çözüm yöntemi olarak Liberteryenizm

Hak nedir, hukuk neye göre belirlenmelidir, adaletten anlaşılması gereken nedir? Bir insan ne zaman ve neden bir şeyi hak eder? Hangi durumlarda neden hak etmemiştir? Sosyal meselelerle ilgili yapılan yorumlar genelde yukarıdaki soruların etrafında döner. İdeolojiler bu sorunlara çözüm bulma iddiasındadır ve kendilerince bir sosyal düzen önerirler. Bir sosyal düzen önerisinde bulunan kişi, önerisinin doğası gereği bireyin kendi vücuduyla, doğadaki kaynaklarla ve diğer bireylerle olan ilişkisi hakkında analiz ve yorum yapmalı ve bir çözüm sunmalıdır. Amaç, bireyler arasında çıkacak olan uyuşmazlıkların çözülmesi, barışçıl bir sosyal düzenin kurulmasıdır. İddiam odur ki; birey özgürlüğünü ve serbest piyasayı baz alan liberteryenizm, yukarıda bahsedilen sorunlara çözüm bulabilecek tek düşünce sistemidir. Liberteryenizm dışında önerilecek herhangi bir ilke bu sorunlara akıl ve mantık çerçevesinde bir çözüm bulamamanın ötesinde, var olan sorunları daha da derinleştirip büyütmekten başka bir işe yaramaz. Neden? Liberteryenizmin ilkeleri nedir? Neden tek çözüm yöntemi liberteryen ilkeler olmak zorundadır? Daha net ve kolay anlaşılması açısından en baştan, sırayla ve örneklerle ilerlemenin faydalı olacağını düşünüyorum. I- Mülkiyet Mülkiyet nedir? Bir şeyi mülkiyete tabi kılan özellik nedir? Neden mülkiyet gibi bir kavram olmaksızın sosyal düzeni anlamlandıramayız? A- Mülkiyet kavramının kaçınılmaz olarak ortaya çıkması Dünya üzerinde tek bir insanın yaşadığını hayal edelim… Bu kişi, dünyadaki her türlü kaynağı dilediği gibi kullanabilecektir. Çünkü herhangi bir malı kullandığı zaman buna itiraz edecek olan ikinci bir kişi bulunmamaktadır. Ortada bir uyuşmazlık yoktur, kurulması gereken sosyal bir düzen bulunmamaktadır. Benzer şekilde, dünyada çok sayıda insanın yaşadığını ancak kaynakların sınırsız olduğunu hayal edelim… Bu sınırsız kaynaklara ulaşmanın hiçbir masrafı da olmasın. Bir insan herhangi bir şeyi dilediği zaman elde edebilsin. Böyle bir durumda insanlar arasında uyuşmazlık çıkmayacaktır. Çünkü herhangi bir malı elde etmek isteyen insanın parmaklarını şıklatması yeterlidir. Bir başkasının malvarlığını dert edinmek, buna itirazlarda bulunmak, bunun için bir çaba göstermektense neden tek bir hareketimle istediğim herhangi bir şeye sahip olmayayım ki? Gerçek dünyaya baktığımızda ise karşılaştığımız manzara birden fazla insanın varlığı ve doğadaki kaynakların sınırlı olduğu gerçeğidir. Kaynakların sınırlı olması her insanın her zaman her şeyi elde etmesinin mümkün olmadığını kabullenmeyi de gerektirir. Çünkü mümkün olsaydı, zaten kaynaklar sınırlı değil sınırsız olmuş olurdu. Sınırlı olan bu kaynakları elde edebilmek için bir eylemin, çabanın, masrafın varlığı şarttır. Öyleyse şu tespiti yapmamız yanlış olmayacaktır: Uyuşmazlık, birden fazla insanın aynı mal üzerinde aynı hak/yetki iddiasında bulunmasıdır. İlgili kıt malın ne şekilde kullanılacağına dair iki farklı talep aynı anda gerçekleştirilemeyeceği için uyuşmazlık vuku bulur. Örneğin; taraflardan biri malın bir başka insana devredilmesini ister, taraflardan diğeri ise aynı malı kendisi kullanmak ister. Bu iki talebin de gerçekleştirilmesinin imkanı yoktur. Birden fazla insanın aynı kıt malı farklı şekillerde kullanmak istemesi uyuşmazlığın temelini oluşturur. Peki o zaman bu uyuşmazlık nasıl ve neye göre çözülmelidir? Açıktır ki, uyuşmazlık konusu olan malın üzerinde kimin, neden yetki sahibi olduğunu tespit etmek ve ona göre karar vermek gerekir. Bir mal, ancak o malın meşru yetkilisi tarafından belli bir kullanıma özgülenebilir. Bu kaçınılmaz problemi çözebilmek adına her bir malın belli bir karar vericisinin olması gerekir. Kabaca, kıt bir mal üzerinde yetki sahibi olma konseptinin adı mülkiyettir. Malın karar vericisi ise malik olarak adlandırılır. Böylece herhangi bir malın ne şekilde kullanılacağına dair karar verme yetkisi o malın malikine ait olacaktır. Masanın üzerinde bir elma var ise, bu elmanın başkasına verilmesi, tüketilmesi, çöpe atılması gibi seçenekler arasından hangisinin tercih edileceğine o elmanın maliki karar verir. Elmanın maliki olmayan insanların da taleplerini dikkate almak, elmanın belli bir şekilde kullanılmasını engeller. Zira aynı obje, birbiriyle çelişen amaçlar uğruna aynı anda kullanılamaz. Bir elmanın tüketilmesi ve aynı zamanda bir başkasına satılması mümkün değildir. İşte mülkiyet kavramı, uyuşmazlıkların çözümü için olmazsa olmaz bir konsepttir. Her bir malın maliki varsa, her bir malın ne şekilde kullanılacağı da objektif olarak belirlenebilecektir. A kişisi maliki olduğu elmasını yiyebilir, B kişisi maliki olduğu elmasını bir başkasına devredebilir. Uyuşmazlık çıkması durumunda ise mülkiyet konseptini dikkate alarak uyuşmazlığı objektif bir şekilde çözüme kavuşturmak mümkün hale gelir. Sonuç olarak sınırsız ve masrafsız bir doğada yaşamıyor olduğumuz gerçeği bizi otomatik olarak mülkiyet kavramına götürür. Mülkiyet kavramının zaruri olmasının gerekçesi budur. Mülkiyet, bireyler arası uyuşmazlığı en aza indirme ve mevcut uyuşmazlıkları çözme konusunda hayati bir rol oynar. Bu aşamadan sonra kimin, hangi malın maliki olacağının tespit edilmesi meselesi devreye girer. B- Öz sahiplik Üzerinde düşünülmesi gereken ilk konu, bireyin bedeniyle ilgili olarak kimin söz sahibi olduğudur. Aklı başında olan herkes bu sorunun cevabını “bir kişinin bedeni o kişiye aittir” şeklinde cevaplar. Ancak maalesef iş uygulamaya ve değerleri savunmaya geldiğinde insanların çok küçük bir kısmı bu ilkeyi istisna olmaksızın savunur. Bireyin bedeni, doğada bulunan kıt mallardan bir tanesidir. A kişisinin vücudu tek bir tane olduğuna göre mantıken sınırsız değildir. A kişisinin bedeni üzerinde birden fazla kişinin farklı taleplerde bulunması bir uyuşmazlık doğurur. A’nın bedeni (emeği) bir baraka inşasında mı kullanılmalıdır, su kaynağından kovayla su taşımak amacıyla mı kullanılmalıdır? Yoksa diğer sonsuz seçenekten bir tanesi için mi kullanılmalıdır? A’nın yiyeceği/içeceği şeyler ne olmalıdır? A’nın vücuduna yapılabilecek/yapılamayacak şeyler nelerdir ve buna kim karar verir? Görüleceği üzere beden üzerinde uyuşmazlık çıkar ve bu uyuşmazlığın tek çözüm yöntemi mülkiyettir. O bedenin maliki kimse, bedenle ilgili karar verecek olan da o kişidir. Bir insan vücudunun mülkiyeti, o vücutla ilgili karar verme yetkisine atıf yapar ve öz sahiplik (self-ownership) ilkesine göre her insan kendi bedeninin malikidir. Akla ve mantığa uygun bir şekilde bu tespitten farklı bir tespit yapmak mümkün değildir. Birey ile kendi bedeni üzerinde objektif bir bağlantının bulunması, beden üzerinde hak iddia edebilecek tek kişinin o kişi olması söz konusudur. Aksi takdirde bir insanın bedeni bir başkasına mı ait olmalıdır yoksa birden fazla sayıdaki başka kişilere mi? Yoksa herkese mi ait olmalıdır? Bu sorulardan birine evet diyen kişinin gerekçesi ne olabilir? A kişisinin bedeni neden B’ye veya B+C+D’ye veya herkese ait olsun? Böyle bir iddiayı temellendirmenin mümkün olmadığı ortadadır. Zaten A’nın bedeninin bir başkasına ait kabul edilmesi zorlamaya dayanan kölelik değil de nedir? Kaldı ki temellendirilmesi yapılamayan bu iddia uygulamaya konsa bile kararlar neye göre verilecektir? A’nın bedenini kim(ler) hangi yönde kullanacaktır? Buna kim nasıl karar verecektir? Oylama mı yapılacaktır, çoğunluğun kararı mı geçerli olacaktır? Çoğunluğun tercihi dikkate alınacaksa, azınlıkta kalanların herhangi bir yetkisinin olmadığı sonucuna varmaz mıyız? A’nın bedeni tanrı veya benzer

“Hukuk devleti” Savunucusunun “Devlet” ile İmtihanı

1- Giriş Covid-19’un patlak vermesinden sonra insanların ezici çoğunluğu devlet tarafından sosyal hayata ve ekonomiye kısıtlama getirilmesini istedi. Devletler bireyleri bastırmak, kontrolü daha da sıkılaştırmak için müthiş bir fırsat olan bu talebi yerine getirmekte elbette ki gecikmedi. Toplum sağlığını korumak adına sokağa çıkma yasakları getirildi, insanların işyerlerini açması engellendi ve bir dizi yasak da bunları izledi. Çok az kişi bu kısıtlamalara başından beri karşı çıktı. Getirilen bu hak kısıtlamaları başlarda kabul görmüşken 1 yıl sonra bile bu yasakların devam etmesi ve yasakların özel hayata daha şiddetli bir şekilde müdahale etmesi üzerine insanlar bu kısıtlamalara tepki gösterdi ve bu tepkiler her geçen gün daha da artıyor gibi gözüküyor. Yasaklara karşı çıkan hukukçular haklı mı? Haklı ise bunun sonucu nedir? Prof. Dr. Kemal Gözler 18.05.2021 tarihinde “Pandemiyle Mücadele Sürecinin Hukukî Şeması: Bir Özet” adlı makalesini yayımlayarak pandemi uygulamalarını eleştirdi ve devlet tarafından alınan önlemlerin hukuka aykırı olduğunu ifade etti. Makalesini özetlediği şema ise şu şekildeydi: Kısaca pandemiyle ilgili alınan adli ve idari kararların ya yok hükmünde olduğunu ya da hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmesi gerektiğini belirtti. Bir karar alınacaksa mevzuatta belirtilen şartların yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. “Hukuk devleti” savunucularının sık sık dile getirdiği iddia şudur: TC Anayasası md. 13‘e göre “temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” Kanun, TBMM tarafından kabul edilen bir düzenleme olduğu için özgürlüklerin kısıtlanması ancak meclis eliyle, yani halkın seçtiği insanlar tarafından mümkün olabilecektir. Meclisin kararı halkın iradesi olarak kabul edilmektedir, zira meclis toplumdaki farklı kesimden insanların temsil edildiği bir kurumdur. Kemal Gözler’in bu argümanları detaylandırdığı diğer makaleleri de (Hukukta şeklin önemi üzerine, Covid19 tedbirleri hukuka uygun mu 1 ve 2), aynı mantık üzerine kuruludur. Pandemi uygulamalarının hukuka aykırılığı üzerine bir savcının yaptığı açıklamalar ve birçok hukukçunun sosyal medyada yaptığı eleştirilerin temel noktası da aynıdır: “Şartları yerine getirilmeyen devlet uygulamaları gayrimeşrudur.” Peki bu mantık ne derece doğrudur? 2- Modern Devletin Doğası Modern devlet yasama, yürütme ve yargı organlarından oluşur. Kuvvetler ayrılığı ilkesi de göz önüne alındığında yasama organının çıkardığı yasaları yürütme organı uygulayacak, herhangi bir uyuşmazlık durumunda yargı organları mevcut yasalara göre karar verecek ve adaleti sağlayacaktır. Bu tablo insanın kulağına hoş gelse de gerçeklerin çok farklı olduğunu görebilmek gerekir. Yasama Organı“x eylemi yasaktır” şeklinde yasa çıkarır. Yürütme Organıx eylemini gerçekleştirenlere yaptırım uygular. Yargı OrganıÖnüne gelen uyuşmazlıkları “x eylemi yasaktır” kuralına göre karara bağlar. Buradaki “x” herhangi bir eylem olabilir. Devlet istediği zaman “x eylemi yasaktır” kuralını iptal edip y eylemini yasak hale getirebilir. Toplum x ve y yerine herhangi bir eylemin gelemeyeceği, uluslararası hukukun, anayasanın veya evrensel (?) değerlerin buna engel olduğu, “insan onuru” veya “temel insan hakkı” gibi soyut kavramlarla belli bir sınır çekildiği hissine kapılabilir. Halbuki unutulmaması gereken nokta “x eylemi yasaktır” cümlesini şeklen meşru hale getiren olayın bu eylemi yasaklayan iradenin kendisi olmasıdır. Halk tarafından belli bir oyla seçilen insanlar, çıkaracakları kanunları zaten almış oldukları oylarla meşru hale getireceklerdir. Yasa koyucu olmanın mantığı budur. Bunun farkında olan hükümetler “milli irade” kavramına sığınmaktadır. Yasama yetkisini alacak olan insanları halk seçer. Yasama organı başta anayasa olmak üzere temel değerlere bağlı kalarak kanunlar çıkaracaktır. Ancak ilginçtir ki temel alınması gereken anayasayı değiştirebilme yetkisi (daha zor şartlar içerse dahi) yine yasama organındadır. Böylece seçimle başa gelmiş olan insanlar gerekirse anayasayı değiştirebilecek, gerekmiyorsa da diledikleri kanunları çıkarıp yürütme ve yargı organlarını o kanunlarla bağlı kılabilecektir. Kaldı ki birçok durumda anayasanın değiştirilmesine gerek yoktur. Anayasalar genel açıklamalarla genel bir çerçeve çizdikleri için somut bir meselenin anayasaya aykırı olmadığına karar vermek zor değildir. Örneğin; ifade özgürlüğü TC Anayasası md. 26/1’de güvence altına alınmıştır. Herkes düşüncelerini açıklayıp yayma özgürlüğüne sahiptir. Ancak aynı maddenin devamındaki cümlelerde hakkın sınırları da çizilmiştir: Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Milli güvenlik nedir? Kamu düzeni kime göre neye göre hangi düzendir? Kamu güvenliği, suçların önlenmesi nedir? Başkalarının şöhret veya hakları ne anlama gelir? Bir insan saygınlık veya şöhrete sahip olabilir mi? Devlet, beğenmediği bir ifadeye ceza vermek isterse bu düzenlemelere dayanabilir. Herhangi bir ifade, yukarıda belirtilen kısıtlama gerekçelerinden herhangi bir kategoriye dahil edilebilir. Uluslar arası hukuk düzenlemeleri de benzerdir. Bir özgürlük tanımlandıktan sonra hemen altında o özgürlüğün sınırları “kamu düzeni, toplum güvenliği, suçların önlenmesi…” gibi muğlak kavramlarla belirtilir. a- Başörtüsü yasağı Bir kadının 1999 yılında Türkiye’de üniversitelere başörtüsüyle girmesi mümkün değildi. “Hukuk devleti” neden devreye giremedi? Kanun, genelge ve yargı kararları aracılığıyla sistematik bir şekilde başörtüsü aleyhine düzenlemeler kabul edildikten sonra bu konu AİHM’e taşındığında AİHM de başörtüsü yasağı uygulamasının kanuni olduğuna karar verdi: Bu şartlarda, Mahkeme, müdahalenin Türk Hukukunda, yerel mahkemelerin içtihadının ışığında yorumlanan 2547 sayılı Kanun’un geçici 17. maddesi şeklinde bir yasal dayanağı bulunduğunu tespit eder. Kanun, aynı zamanda erişilebilirdir ve öngörülebilirlik şartını yerine getirmek anlamında kanunun yeterince kesin olduğu değerlendirilebilir. Başvuranın, İstanbul Üniversitesi’ne girdiği andan itibaren üniversite binalarında İslami başörtüsü takmaya yönelik kısıtlamalar olduğunu ve 23 Şubat 1998 tarihinden itibaren başörtüsü kullanmaya devam ettiği takdirde derslere ve sınavlara kabul edilmemeye maruz kalacağını bilmesi beklenirdi. Leyla Şahin v. Türkiye, Başvuru numarası: 44774/98, 10.11.2005, paragraf 98 Yukarıdaki yasama-yürütme-yargı şemasına göre değerlendirirsek:1- Başörtüsü yasağına dair düzenlemeler yasama organı ve ilgili kurumlar tarafından benimsendiği andan itibaren “başörtüsü ile üniversiteye girilemez” kuralı bağlayıcı bir emir haline geldi.2- Yürütme organları bu kuralı uygulamaya başladı.3- Bu konuyla ilgili çıkan uyuşmazlıklar yargı önüne geldi ve yargı organları da “başörtüsü ile üniversiteye girilemez” kuralına göre karar vermeye başladı. Böyle bir yasağın “hukuki” olmadığı bir dönemde bir “hukuk devleti savunucusunun” itirazları yerinde gibidir. Gerekli şartları yerine getirmeden bu tip bir yasak koymak mümkün olmamalıdır. Ancak akabinde bu şartların yerine getirilmesiyle birlikte başörtüsü yasağı meşru hale mi gelmiştir? Bu noktadan sonra hukuk devleti savunucusu ne yapabilir, hangi itirazda bulunabilir? Potansiyel itirazındaki her türlü şart yerine getirilmiştir ve başörtüsü yasağı hukukidir. Daha sonra ise başörtüsü