Devlet, Tekel, Piyasa ve Rekabet

Yaygın görüşe göre piyasanın serbest bırakılması tekelleşmeye yol açacaktır ve tekel hâle gelen şirketler de hem rakiplerine hem de tüketicilere zarar verecektir. Şirketler rakiplerinin faaliyetlerini engellemek için her türlü yola başvuracak ve kendi ürünlerinin kalitesini düşürerek fiyatları artıracaktır. Bu görüşün savunucularına göre ekonomiyi açgözlü(!) şirketlerden korumak için devletin müdahalesi gerekli ve faydalıdır. Devletin koymuş olduğu kurallar sayesinde piyasada tekelleşmenin önleneceğine, ürünlerin kalitesi artarken aynı zamanda fiyatların artmasının engelleneceğine inanılır. Böylece rekabeti sağlayan kanunlar sayesinde üreticiler ve tüketiciler korunmuş olacaktır. Geniş kitlelerce benimsenmesine rağmen bu görüşün baştan sona hatalı ve zararlı olduğunu anlamak zor değildir. I. Müdahaleli Piyasada Rekabet A. Rekabete Yönelik Regülasyonlar Piyasaya Girişleri Kısıtlar Serbest piyasa kavramındaki serbestlik, herhangi bir insanın herhangi bir iktisadî faaliyetinin bir başkası tarafından kuvvet yoluyla engellenmemesidir. Bir terzi dükkânı açmak isteyen kişinin bu eyleminin gerçekleşebilmesi için herhangi bir engel yoksa orada piyasanın serbestliğinden bahsedilebilir. Dükkânın kapısında eli silahlı birkaç kişi terziden haraç topladıktan sonra dükkanın işlemesine izin vereceğini söylüyorsa oradaki piyasa serbest değildir. Eli silahlı insanlar terzinin ve müşterilerinin aleyhine zenginleşiyor demektir. Rekabetle ilgili olarak devletin getirmiş olduğu herhangi bir düzenleme, o düzenlemenin etki ettiği sektöre giriş yapmak isteyen satıcının önüne konmuş bir engeldir. Normal şartlarda satıcı potansiyel masraf ve kazançlarını hesaplayacak, süreç içinde karşılaşabileceği riskleri tahmin etmeye ve bunlardan kaçınmaya çalışacaktır. Yaşamın belirsizliğinden kaynaklanan riskler her insan için bir masrafa sebep olur. Bu masrafların üzerine devletin getirmiş olduğu vergi, harç, ruhsat/izin/onay, x bedeli gibi masraflar satıcılar için aşılması gereken ekstra engellerdir. Her engel gibi bütün bu regülasyonlar, regülasyonun olmadığı duruma kıyasla piyasaya girişleri zorlaştırır ve ilgili ürünün veya hizmetin arzındaki artışı kısıtlamış olur. Örneğin Türkiye’de yayın hizmeti sağlamak isteyen bir işletmenin karşısına geniş mevzuat ve RTÜK isimli bir kurum çıkar. 2023 yılında 10 yıllık uydu yayın lisans ücretleri radyo yayın hizmetleri için 151.572 TL (2022’de 67.991 TL idi), televizyon yayın hizmetleri için 1.515.723 TL’dir (2022’de 679.910,00 TL idi). Hem çeşitlilik ve ucuzluğun olmasını isteyip hem de yayın hizmetleri için bu tip şartlar (engeller) getirmenin amacı ne olabilir? Bu engelleri aşabilecek sermayesi olmayan, devletle arası iyi olmayan insanlar nasıl olur da bir yayın hizmeti sunabilir? Sunabilenler çıksa dahi bu sayı ne kadar fazla olabilir? Bilişim sistemlerinin gelişmesiyle YouTube ve benzeri platformlar sayesinde insanlar sıfır veya sıfıra yakın masrafla yayın kanalları oluşturmuş ve ulusal yayın kanallarıyla rekabet etmiş, hatta birçoğundan çok daha kaliteli hizmetler vermeye başlamıştır. Önemli bir kesim günümüzde ulusal kanalları değil, özel ve oldukça ucuz bir platform olan YouTube’daki kanalları tercih etmektedir. Sermayesi olmayan 15-20 yaşındaki insanlar yeri geldiğinde tüketicilerin onaylarını alabilecek yayınlar yapmaktadır. Bunun sonucunda hem kendileri zenginleşmekte, hem tüketiciler bu yayınlardan fayda görmekte, hem de piyasadaki yayın çeşitliliği artmaktadır. “Kötü” yayınlar ise talep görmediği için yayın hayatına devam edememektedir. Yayın hizmetlerinde rekabeti, ucuzluğu ve kaliteyi sağlamak devlet müdahaleleriyle mi gerçekleşmiştir yoksa özel şirketlerin serbestçe rekabet etmesi sayesinde mi? Benzer örnekler farklı birçok sektörde görülebilir. Posta hizmetleri, ulaşım hizmetleri serbestleştikçe ucuzlamış ve bu hizmetlerin kalitesi artmıştır. Öyleyse hem satıcı sayısının fazla olmasını istemek (arzı artırma ve dolayısıyla fiyatı düşürme arzusu) hem de bu amaca ulaşmak için devletin regülasyonlarını talep etmek tutarsızdır, mantıksızdır. Bir ürünün daha fazla kişiye ve daha ucuz fiyata ulaşmasını isteyen kişinin regülasyonu değil, regülasyonların ortadan kaldırılmasını talep etmesi gerekir. B. Rekabet Düzenlemeleri, Ayrıcalıklı Bir Kesim Yaratır ve Rekabeti Bozar Bir sektöre yönelik regülasyon ne kadar fazla ve ağır olursa o regülasyonları aşabilen satıcı sayısı o kadar az olacaktır. Bunun sonucunda ilgili sektörde az sayıda şirket varlığını sürdürebilecek pozisyona geçer. Orta ve küçük ölçekli işletmeler piyasaya dâhil olamayacak ve/veya zamanla piyasadan silinecektir. Bunun sonucunda ise belli oranda zenginleşmiş birkaç şirket, sektörde tekel konumuna erişecektir. Örneğin bir enerji şirketi kurmak için gereken şartlar ağırlaştıkça ve buna bağlı olarak şirketin yapacağı masraflar arttıkça bir süre sonra sadece bir veya az sayıda şirket enerji sektöründe hâkim konuma geçecektir. Bir üründe tekelleşme oldukça o ürünün kalitesinin düşmeye ve fiyatının artmaya meyilli olduğu bir gerçektir. Gözden kaçan bir diğer nokta ise bazı şirketlerin daha fazla kâr elde etmek ve rakiplerini piyasadan silmek için daha fazla regülasyon talep edeceğidir. Devletle ve belli başlı kamu kurumlarıyla iyi ilişkiler kuran şirketler, kendi lehlerine olan regülasyonların yapılmasını arzu eder. Böylece rakiplerinin sayısı azalacaktır ve regülasyon talep eden şirketler artık ürün kalitesini artırmak veya fiyatı düşürmek için çaba göstermeyecektir. Her ülkede kendi sektörlerinde belli bir konuma ulaşmış olan insanlar o sektörün sağlıklı(!) bir şekilde işlemesi ve tüketicilerin korunması(!) için regülasyon yapılması gerektiğini tekrarlamaktan geri durmamaktadır. Regülasyonlar arttıkça artık o sektöre yeni girişimcilerin eklenmesi daha da zor olacak, mevcut zengin şirketler konumlarını pekiştirecek ve devletin gözetiminde tekel konumlarını koruyacaktır. Haber başlığı: “Facebook patronu Mark Zuckerberg, zararlı çevrimiçi içeriğin daha fazla regüle edilmesi çağrısında bulunarak, neyin meşru ifade özgürlüğü sayılacağına karar vermenin kendisininki gibi şirketlerin işi olmadığını belirtti.” Öyleyse tekeller ve oligopoller piyasanın serbest olmasının değil, devletin piyasayı regüle etmesinin sonucudur. C. Rekabet Düzenlemeleri Fiyatların Düşmesini Engeller Türkiye’deki 4045 Sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un Genel Gerekçesi‘nde bile şu ifadeler geçer: Bir ürün veya hizmetin daha ucuza satılması tüketicilerin lehinedir. Tüketiciler artık daha az para harcayarak aynı ürüne ulaşabilirler. Bu durum satıcı için de kötü değildir, zira düşük fiyata bile ürününü satıp kâr edebilmektedir. Kâr edemiyor olsaydı zaten fiyatı düşür(e)mezdi. Ürünün fiyatı düşünce rakip satıcılar da bu duruma ayak uydurmak zorunda kalır. Ya onlar da fiyatı düşürecek veya kaliteyi artıracaktır ya da daha ucuza satan rakiplerine müşteri kaptırmayı kabulleneceklerdir. 2015’te Türkiye’de Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği ile Antalya Ticaret Odası tarafından 250 gram ekmeğin 1 TL’den satılması yönünde karar alınmış (böyle bir karar rekabeti bozar), fırın işleten bir satıcı ise bu karara uymayarak ekmeği 70 ile 75 kuruştan satmıştır. Bu, piyasa için olumlu bir adım idi. Peki rekabet düzenlemelerini dikkate alan yargı organları nasıl bir tepki verdi? Antalya Ekmek Üreticileri Derneği, fırının fiyat tarifesine uymadığı, maliyetin altında satış yaparak diğer fırın ve marketlere zarar verdiği gerekçesiyle yargıya başvurdu. Temyiz incelemesinde Yargıtay, ekmeğin belirlenen fiyatın altında satılmasının ‘haksız rekabet’ oluşturduğuna hükmetti. Görülen o ki, fiyat yükseltmeyi rekabeti bozucu olarak gören kamu kurumları fiyat düşürmeyi de aynı şekilde görüyor. Fiyatı yükselten satıcı ceza yiyor, fiyatı düşüren satıcı da ceza yiyor. Öyleyse bu nasıl bir rekabet anlayışıdır? Devlet ve ilgili kamu kurumları fiyatın arz ve talep durumuna göre oluştuğundan habersiz olsa gerek. Aksi takdirde kendi kafalarındaki ideal

Devlet paramıza nasıl el koydu ve paramızla ne yapıyor?

Para, belli bir toplumda genel kabul görmüş mübadele aracıdır. Tarih boyunca toplumlar iktisadi bir malı mübadele aracı olarak kabul etmiş ve bu sayede iş birliğini, üretimi, refahı artırmışlardır. Para, genel kabul gördüğü ve herhangi bir ürün veya hizmeti satın alabildiği için ayrı bir öneme sahiptir. Paranın bu özelliğinin kaybolmaması için gereken en temel koşullardan biri paranın arzının kısıtlı olması, yani para miktarının fazlaca artırılamamasıdır (ayrıntılı bilgi için bkz: Para nedir, nasıl ortaya çıkmıştır, ne işe yarar?) Serbest bankacılık ve arzı kolayca artırılamayan para sayesinde bir piyasada paranın satın alma gücü ve fiyatlar serbestçe, yani arz-talep durumuna göre ortaya çıkar. Serbest piyasada denge fiyatı artan ürünlere olan talep zamanla düşmeye eğilimli olacaktır. Diğer her şey sabitken bir ürünün fiyatının artması, o ürüne olan talebi azaltır. Piyasada bütün ürünlerin fiyatlarının sürekli artmasını engelleyen şey, para miktarının sınırsız olmaması ve insanların taleplerini mecburen kısmak zorunda kalmalarıdır. Bir sektörde gerçekleşen fiyat artışı o sektöre olan talebi azaltır ve başka bir sektöre talep artar veya insanlar paralarını bir süre saklayıp gelecekte kullanmak ister. Ancak özellikle 20. yy’den itibaren fiyatlar sürekli artar, buna rağmen talep de sürekli artar ve sonsuz bir döngü oluşur. Normal şartlarda gerçekleşmesi mümkün olmayan bu durum, nasıl mümkün hale gelmiştir? “Tüketim çılgınlığı” kapitalizmin, yani serbest piyasanın bir özelliği midir yoksa fark etmesi daha zor olan başka bir olay mı devamlı tüketime teşvik eder? 1-) Parada (altında) sahtecilik Parada sahteciliğin ilk yöntemi, para olarak seçilen iktisadi malın miktarında (ağırlığında) değişiklik yapmaktır. Paranın kontrolünü elinde bulunduran banka (veya kral, padişah vs.) ticaret yaptığı kişiye 10 gr altın (gümüş veya başka bir maden de olabilir) verdiğini söyler; ancak o altının bir kısmını söküp yerine başka bir metal veya belli olmayacak bir karışım eklemiştir. Toplam miktar 10 gr olmasına rağmen saf altın miktarı 9,5 gr olur. Altını alan kişi bir süre sonra bunu fark ettiği zaman 0,5 gr altını çoktan çalınmıştır. Bu dolandırıcılık yöntemi fark edildikten sonra bundan kaçınmak için yöntemler geliştirmek kolaylaşır. Alış verişlerde kullanılan altın ayrıntılı bir şekilde incelenebilir ve kaç gr saf olduğu tespit edilebilir. Böylece bu yöntem ancak geniş yetkileri olan merkezi kurumlar tarafından zora dayalı olarak uzun süre devam ettirilebilir. 2-) Kağıt parada sahtecilik Kağıt para aslında para değildir. Taşıma kolaylığı ve güvenliği sebebiyle altının ağırlığına karşılık gelen ve hamiline altını talep etme hakkı doğuran bir belgedir. Bir bankanın kasasında 100 kg altın varsa o altınların tamamı müşterilere aittir. Müşteriler ise altının kendisini kullanmak yerine bankanın çıkardığı ilgili kağıt parçalarını (günümüzde “kağıt para”) kullanır. Altın, yani insanların parası güvenilir (?) ellerdedir. İnsanlar altını nasıl olsa tüketim amacıyla kullanmayacakları için çoğu zaman kağıt parçalarıyla hayatlarını devam ettirir. Bir süre sonra bankanın dikkatini çeken bir durum oluşur: Bankanın müşterilerinin tamamının aynı anda gelip kağıt parçalarını ibraz ederek paralarını geri istemeleri neredeyse imkansızdır. Çünkü toplum, parayı mübadele aracı olarak kullanır, müşterilerin belli bir kısmı paralarını talep edecek olsa da hiçbir zaman hepsi talep etmeyecek gibidir. Banka bu durumu kendi lehine çevirebilir mi? Mademki bütün müşterilerin aynı anda paralarını talep etmesi çok düşük ihtimaldir, öyleyse bankanın ekstra kağıt parçası düzenleyip piyasaya sürmesi risksiz bir faaliyet değil midir? Kasasında 100 kg altını ve piyasada 100 birim kağıt parçası olan banka, ek olarak 20 birim kağıt parçası düzenler ve bunu bir ürün veya hizmet satın almak için kullanır. Normal şartlarda piyasada güvene sahip olan bu bankanın kağıdı kimseyi şüphelendirmeyecektir ve herkes o kağıt karşılığı ürün veya hizmet sunmaya isteklidir. Çünkü o kağıt parçasının karşılık geldiği bir altın miktarı vardır. Tam bu noktada önümüzdeki tablo nedir? Kasasında 100 kg altını ve piyasada 120 birim kağıt parçası olan banka ve 20 birimlik kağıt parçası karşılığında bankaya ürün satmış olan birey. Farz edelim ki bütün müşteriler aynı anda kağıt parçalarını bankaya ibraz edip altınlarını talep ettiler. Banka, 120 birimlik kağıt parçasına karşılık gelen 120 kg altını müşterilere vermek zorunda kalır. En son 20 birimlik kağıt parçasını elinde bulunduran kişiye 20 kg altın veremeyecektir, çünkü kasasında baştan beri 100 kg altın vardır. Normal şartlarda bu durum mülkiyet ihlalidir ve bankanın o borcunu bir şekilde ödemesi gerekir. Bankanın bu şekilde sürekli olarak faaliyette bulunması, silah tehdidi uygulamasıyla olur. Zira silah tehdidi (zorlama) yoksa mülkiyet, mülkiyetin asıl sahibinin eline geçecek şekilde düzenlenecektir. Bu yöntem, tarihte kimi bankalarca kullanılmıştır ve bu bankalar müşterilerinin aleyhine zenginleşmiştir. Piyasada 500 birim parası dönen bankanın kasasında bu 500 birimin bir kısmı gerçek para (altın, gümüş vs.) olarak durur. Bu kısmi rezerv sistemi, ilerde merkezi otoritelerin de dahil olmasıyla yıkıcı sonuçlara sebep olacaktır. 3-) Bankaların bankası doğuyor: Merkez bankaları ne işe yarar? Günümüzdeki merkez bankalarına (MB) benzer ilk örnek 1694’te kurulan Bank of England idi. 1844 Bank Charter Act ile beraber yetkileri de genişledi. Zamanla diğer büyük ülkelerde benzer şekilde merkez bankaları kurdu ve nihayet ABD’de FED‘in kurulması 1913’te gerçekleşti. Merkez bankası kağıt üstünde “özel” de olsa her zaman merkezi örgütün kontrolünde bir tekeldi ve temelde 2 rolü vardı: a-) Devletin borçlarını finanse etmek ve b-) ülkedeki bankaların monopolü haline gelip serbest piyasadaki paranın sınırlı olma özelliğini ortadan kaldırarak sürekli bir şekilde parasal genişlemeye başvurmak. MB, devlet tarafından kabaca “bankaların bankası” ve son başvurulacak kredi mercii (lender of last resort) olarak kabul edildi. Kağıt para basma yetkisi ve tekeli MB’ye tanındı. Devletin yaptığı harcamalar normal şartlarda altına bağlıydı, çünkü paranın kendisi altındı. MB ise kasadaki altın miktarından daha fazlasına denk gelecek şekilde kağıt para bastı ve bu şekilde devletin sürekli borçlanmasına, sürekli harcama yapmasına, genişleyip güçlenmesine yardım etti. MB artık devletin kasası ve bütün bankaların bankasıydı. Herhangi bir banka borçları yüzünden batacak gibi olursa MB’nin desteğiyle batmaktan kurtulabiliyordu. Halbuki müdahalesiz piyasada batacak olan bir şirket ancak borçlarını ödeyerek veya alacaklılar tarafından affedilerek batmaktan kurtulabilirdi. Bütün bu süreçte “fakirlere yardım, eşitlik, adalet” gibi kavramlar bahane olarak bol bol kullanıldı. En yıkıcı savaşlar, en yüksek kamu harcamalarının gerçekleştiği dönem, merkez bankalarının kurulup güçlendiği dönemlerde oldu. Kısmi rezerv bankacılığı devlet, merkez bankası ve diğer bankaların el birliğiyle tekelleştirildi. 1933’te Franklin D. Roosevelt başkanlığındaki ABD yönetimi, vatandaşların ellerindeki altınların FED’e devredilmesini ve karşılığında kağıt banknot verilmesini emreden bir karar aldı. Altın bulundurmak ve altını devlete teslim etmemek artık suçtu. Great Depression‘ın suçu borsaya, şirketlere, serbest piyasaya atıldığı için para konusunda köklü değişimlere gitmek artık daha kolay olacaktı. 1944’te devletler bir araya gelerek Bretton Woods sisteminde anlaştılar. Buna göre ABD Doları,

İktisatta kesin bilgilere ulaşabilir miyiz?

Bir bilginin doğru veya yanlış olduğunu kesin olarak tespit edebilir miyiz? Hangi önermelerin doğru veya yanlış olduğuna nasıl, neye göre karar verebiliriz? Özellikle iktisatta bir bilgiyi doğrulamak için onu test etmek, deneyimlemek gerekir mi? Test etmek ve deneyimlemek ne zaman doğru, ne zaman gereksiz ve yanlış bir yöntemdir?

Serbest para ve serbest bankacılık

Paranın nasıl ortaya çıktığını, tarih boyunca hangi iktisadi malların hangi gerekçelerle para olarak seçildiğini ve mübadele aracı olarak kullanıldığını daha önceki yazıda gördük. Günümüzde devletlerin müdahale ederek parayı tekeline alması ve bir politika aracı olarak kullanması sebebiyle paranın tanımı ve işlevi de değiştirildi. Bunun nasıl yapıldığını anlamadan önce tamamen serbest bir piyasada, devletin en ufak bir şekilde bile müdahil olmadığı bir para ve bankacılık sisteminin nasıl işlediğine bakalım. Örnekleri insanlığın gönüllü olarak seçtiği nihai para olan altın üzerinden vereceğim. 1-) “Paranın satın alma gücü” ve “fiyatlar” Anlaşılması gereken ilk nokta paranın tüketim amacıyla değil, daha sonra bir tüketim malına sahip olmak amacıyla elde edilmesidir. Altının çeşitli amaçlarla kullanılması mümkün olsa da para olarak kullanılan altının amacı daha ilerideki bir vakitte piyasada var olan malları elde etme isteğidir. En baştan beri altının takas ekonomisindeki ortalama piyasa fiyatı insanlar tarafından biliniyordu. x gram altının karşılığında hangi üründen ortalama ne kadar alınabileceği belliydi. Buna göre zamanla altının (paranın) ve diğer ürünlerin arz ve talep durumları dalgalanıyordu. Öyleyse iki temel talepten bahsetmek mümkün: Paraya olan talep ve mallara (ürün ve hizmetlere) olan talep. Birey; emeğini, ürün veya hizmetini başka insanlara sunarak onlardan para alır, daha sonra ise bu parayla dilediği ürün veya hizmeti alır. Paranın diğer ürün ve hizmetlerden temel farkını anlamak için bir tarafta parayı, diğer tarafta ise tüm ürün ve hizmetleri düşünebiliriz. Peki paranın satın alma gücü (PSAG olarak kısaltacağım) nasıl artar veya azalır? Bunun fiyatlarla ilişkisi nedir? Fiyatların nasıl oluştuğunu bildiğimize göre aynı mantığı paraya da uygulayabiliriz. Para, mübadele aracı olma özelliğiyle diğer tüm mallardan ayrılsa da arz-talep yasası para için de geçerlidir. İnsanlar mallara değil de paraya talepte bulunuyorsa, yani parayı elde etmek için emeklerini veya kendilerine ait olan ürün ve hizmetleri diğer insanlara sunmaya istekliyse, paranın fiyatı artma eğiliminde olacaktır. Burada paranın fiyatından kasıt parayı elde etmek için elden çıkarılması gereken mal miktarıdır. Çünkü 1 dondurmanın fiyatı 5 gr altın ise, 5 gr altının fiyatı 1 dondurmadır. Eğer 1 dondurmanın fiyatı 3 gr altın olursa malın fiyatı düşmüş demektir; yani PSAG yükselmiş demektir. Artık aynı malı eskisine göre daha az para vererek elde etmek mümkündür. Dondurmanın fiyatı 7 gr altın olursa fiyat yükselmiş; yani PSAG düşmüş demektir. Öyleyse PSAG ve fiyatlar arasında mecburen ters orantı vardır. Diğer her şey sabitken, fiyatın yükselmesi mutlaka PSAG‘nin düştüğü anlamına gelir ve tam tersi. Bunun böyle olması para ve mallar arasındaki ilişkinin doğal sonucudur. PSAG‘nin yükselmesi ve aynı zamanda tüm fiyatların yükselmesi normal şartlarda (müdahalesiz piyasada) mümkün değildir. Bu iki kavram, tanımları gereği birbirinin zıttıdır. Hem PSAG‘yi hem de fiyatları ayna anda kontrol etmeye çalışmak bu sebeple mümkün değildir. İnsanlar ürün ve hizmetlere değil de paraya talepte bulunursa bunun sonucu mecburen fiyatların düşmesi, yani PSAG‘nin artması olacaktır. Dikkat edelim ki paraya olan talep paranın yoktan var edilmesi anlamına gelmez; piyasada zaten var olan ve iktisadi bir mal olan paranın (altının) elde edilmek istenmesi anlamına gelir. Serbest para ve serbest fiyatlar bu sebeple bir felakete sebep olmaz. Aralarındaki ilişki sebebiyle belli dönemlerde PSAG artabilir, belli dönemlerde ise fiyatlar artabilir. Bütün bunlar elbette ki arz-talep sonucunda meydana gelir. 2-) Banka nedir, ne işe yarar? Piyasadaki ürünlere ulaşmak isteyen bireyler en hızlı ve kolay elden çıkarılabilen iktisadi ürünü, yani parayı kullanır. Alış verişlerde kullanılan para miktarı ekonomik gelişmeyle birlikte artar. Birey, kimi işlemler için çok fazla miktarda altını yanında taşımak zorunda kalır. Bunun dezavantajları hemen göze çarpar: Zorluk ve risk. 3-5 gr altını taşımak sorun olmasa da kilolarca altınla yapılacak bir alış veriş altının ağırlığı sebebiyle zorlaşır. Aynı zaman bireylerin yanlarında sürekli altın taşıması risklidir, hırsızlık veya eşkıyalık sonucunda paralarını kaybedebilirler. Bir grup insan bir araya gelerek (şirket kurarak) toplumdaki diğer insanlara bir öneride bulunur: “Paralarınızı (altınlarınızı) bize getirin, biz onları muhafaza edip saklayalım. Daha sonra istediğiniz zaman gelip paralarınızı geri alabilirsiniz.” Böylece insanlığın gelişmesinde müthiş bir rol oynayan kurum ortaya çıkar: Banka. Tarih boyunca 2 farklı türde bankacılık ortaya çıkmıştır: Mevduat bankacılığı ve kredi bankacılığı. Kısaca inceleyelim. A-) Mevduat bankası (deposit banking) Mevduat bankası (muhafaza bankası), insanların ellerindeki altını (parayı) alarak deposunda muhafaza eder ve korur. Müşterilerinden aldığı para miktarına, yani altın miktarına denk gelecek şekilde kağıt parçası üreterek bu kağıtları ilgili müşterilere verir. Ali, 5 kg ağırlığındaki altınını bankaya verip karşılığında 5 kg altını temsil eden kağıt parçası veya kağıt parçaları alır. Banka, bu kağıtların sadece kendisi tarafından üretildiği ve güvenilir olduğu güvencesini verir. Kağıt parçaları bireyler arasında el değiştirir, insanlar altının kendisi yerine altına karşılık geldiğine emin oldukları kağıt parçasını her türlü alış verişlerinde kullanır. Bu kağıt parçalarından bir tanesini elinde bulunduran herhangi bir kişi, dilerse ilgili bankaya giderek kağıt parçasına karşılık gelen ağırlıktaki altını (parayı) bankadan talep edebilir ve banka bunu o kişiye vermek zorundadır. Çünkü mevduat bankasının deposunda bulunan altınlar bankaya ait değildir; o altınların mülkiyeti ilgili müşterilere aittir. Banka, müşterilerle sözleşme yapmıştır ve sözleşmenin doğası gereği bankanın görevi o altınları korumak ve talep üzerine, yani kağıt parçasının bankaya ibraz edilmesi üzerine ilgili altını o kişiye iade etmektir. Mevduat bankasının sunduğu hizmet ile vestiyerlik hizmeti benzerlik gösterir. Montunu vestiyere teslim edip karşılığında o montu temsil eden kağıt parçası alan kişi, kağıt parçasını vestiyere ibraz ettiği zaman montunu geri alır. Kağıdı ibraz etmesine rağmen vestiyer “montun bende değil, başkasına ödünç verdim/sattım” derse burada sözleşme ihlali oluşur ve vestiyerin yaptığı şey esasında bir dolandırıcılıktır. Bu konuya sonraki yazılarda değineceğim. Yukarıda görülen Amerikan Doları para değildir; elinde bulunduran kişiye belli miktarda altını talep etme yetkisi veren bir belgeden ibarettir. Para altına bağlanmamıştır; paranın kendisi altındır ve Amerikan Doları altının el değiştirmesini kolaylaştırmak için üretilmiş kağıt parçasından ibarettir. Örneğin 1 ons altına karşılık gelen kağıt parçası miktarı 35 Amerikan Doları olarak belirlenmiş olabilir. Aynı şekilde Pound, Franc, Lira gibi ulusal kağıt parçaları, belli ağırlıkta altını (parayı) temsil eder. Dolar veya Lirayı elinde bulunduran herhangi bir kişi, o kağıt parçasını üreten şirkete (bankaya) gidip ibraz ederek parasını alabilir. Mevduat bankası nasıl para kazanır? Bankanın müşterilere vermiş olduğu hizmet muhafaza hizmetidir ve açıktır ki müşteriler bu hizmeti değerli bulur. Hizmet karşılığında müşterilerden belli dönemlerde belli miktar veya oranda para talep eden bankanın kazancı bu şekilde gerçekleşir. Bir şirket, paralarımı muhafaza ediyorsa ve talep ettiğim zaman parayı bana teslim ediyorsa bunun için ücret istemesi ticaretin bir parçasıdır. Kaldı ki mevduat bankası, ATM, online ödeme, para transferi gibi hizmetler de sunabilir. Bütün bu hizmetler için

Anti-liberteryenlik temellendirilebilir mi? Argümantasyon etiği üzerine

Hans-Hermann Hoppe’nin ortaya attığı argümantasyon etiği önemli bir iddiada bulunur: Liberteryen mülkiyet teorisini reddeden hiçbir görüş argümantasyona dayalı olarak savunulamaz. Liberteryen olmayan bir görüşü savunan kişi, bu savunmayı ortaya koyduğu anda performatif çelişkiye düşer. 1-) Argümantasyonun içeriği Konuşurken ağzımızdan çıkan cümleler her zaman argümantasyon şeklinde ortaya çıkmaz. En sevdiği rengi belirten, geçmişte yaptıklarını veya gelecekte yapmayı planladıklarını anlatan insan argüman sunmuş olmaz. Ancak bir doğruluk/yanlışlık iddiasında bulunuyor olmak bir argüman sunmuş olmak demektir. Bütün doğruluk iddiaları bir argüman şeklinde ortaya çıkar. Doğruluk iddialarının argüman şeklinde ortaya çıktığı tespiti yanlışlanamaz; çünkü bunu reddetmeye yönelik herhangi bir iddia da argüman şeklinde ortaya çıkmak zorundadır. Bu tespiti reddetmek kişiyi performatif bir çelişkiye düşürür. Sonuç olarak bu tespiti (doğruluk iddialarının argüman şeklinde ortaya çıktığı tespitini) reddeden herhangi bir iddianın yanlış olduğunu kesin olarak bilebiliriz. Dolayısıyla bir iddianın kesin doğru veya yanlış olduğunu tespit etmek bazı durumlarda mümkündür. A-) Olgulara yönelik argümantasyon Dünya’nın tepsi şeklinde olduğu, bir bölgede belli sayıda insan yaşadığı, bir binanın 20 metre uzunluğunda olduğu şeklindeki iddialar olgular üzerine argümantasyonlardır. Zıt görüşteki iki insan Dünya’nın şekli üzerine tartışırken kendilerince makul buldukları yöntem ve argümanlarla tartışıp iddialarının doğru olduğunu ispatlamaya çalışırlar. Tartışmanın doğasına yönelik ayrıntılara birazdan değineceğim. Olgular üzerine yapılan tartışmalar bir çatışma yaratmaz. Dünya’nın düz olduğunu öne süren bir insan ile yuvarlak olduğunu öne süren insan, birbirlerini ikna etmeye gerek kalmaksızın ortamı terk edip kendi fikirlerini benimsemeye devam edebilirler. Ancak bu şekilde barışçıl bir ayrılma, normlara yönelik tartışmalarda gerçekleşmeyebilir. B-) Normlara yönelik argümantasyon Normlara yönelik argümanlar bir önermenin doğru/yanlış, iyi/kötü, adil/adaletsiz olduğuna yönelik argümanlardır. Hırsızlığın, tecavüzün, bir mal alış-verişinin iyi veya kötü olduğuna dair iddialar bu kategoriye girer. İki insandan bir tanesi diğerinin malına el koyarsa bu el koyma işleminin doğruluğu/adilliği üzerine bir tartışma yürütülebilir ve öne sürülen görüşler de belli bir şekilde temellendirilecektir. Normlar üzerine tartışmanın amacı, doğru/yanlış üzerine yapılan tespitlerle ilgili bir karara varmaktır. Daha sonra o konuya ilişkin her türlü sorunun çözümünde üzerinde uzlaşılmış olan kural uygulama alanı bulacaktır. Bir örnekle açıklayayım: A ve B, hırsızlığın iyi/kötü olup olmamasıyla ilgili bir tartışmaya giriyor. Farz edelim ki her ikisi de hırsızlığın kötü olduğunu, rıza olmaksızın kendi mallarının başkalarına geçmemesi gerektiğini düşünüyor. Her ikisi de hırsızlığın kabul edilemez olduğu iddiasını ortaya atıyor. Her ikisinin de aynı doğruluk iddiasında bulunması, her ikisinin de gelecekte hırsızlıkla ilgili olaylara bu doğruluk iddiasını uygulatmak istediklerini gösterir. Bir süre sonra A, B’nin malını çalarsa ve geri vermemek için her türlü şiddete başvurursa en başta yapılan tartışmanın hiçbir anlamı kalmaz. A ve B’nin saldırgan olmadığı, argümantasyon ve gerekçelendirmeye dayalı olarak bir kural üzerinde uzlaştıkları varsayımında artık her ikisi de daha önce uzlaşıp karara vardıkları kurala göre hayatlarını devam ettirecektir. Yani argümantasyonun asıl amacı, sadece tartışma esnasında bazı iddiaları ve kuralları ortaya atıp daha sonra keyfi bir şekilde bu kuralları bozmak değil, o kurala göre gelecekteki tüm sorunları çözüme kavuşturmaktır. Aksi takdirde tartışmanın, argümantasyonun, gerekçelendirmenin hiçbir anlamı olmazdı. Bir tartışmada “hırsızlık kabul edilmemelidir” dedikten sonra karşımdaki kişinin malını çalarsam, yapmış olduğum şey bir argümantasyon ve gerekçelendirme değildir; açık bir şekilde saldırganlıktır. Saldırganlık ve argümantasyon arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak için Hoppe’nin tezini yakından inceleyelim. 2-) Argümantasyonun ön koşulları: Öz sahiplik, homesteading, gönüllü alış-veriş Normlara yönelik bir tartışmaya katılan her insan, yani belli bir doğruluk iddiasıyla ilgili bir gerekçelendirme çabasına girişen her insan, belli bazı değerleri benimsemiştir. Bu değerleri benimseyip benimsemediğini açıkça dile getirmese bile argümantasyonun kendisi bu ön kabulleri içerir. “Argümantasyona dahil olma eylemi”, argümantasyonun gerektirdiği ön koşulların argümantasyona dahil olan kişi tarafından kabul edildiğini gösterir. Peki nedir bu ön koşullar? İki insanın normlara yönelik bir tartışma yürütebilmesi için öncelikle her ikisinin de kendi bedenleri üzerinde tam yetki sahibi olmaları gerekir. Taraflardan biri, diğer taraf veya başka bir insan tarafından fiziksel şiddet yoluyla belli argümanları öne sürmeye zorlanmışsa o kişinin bir argüman öne sürdüğü iddia edilemez. Çünkü o kişi kendi bedeni ve zihnini kullanmamaktadır; onu fiziksel şiddetle zorlayan bir başka insanın arzularını yerine getirmektedir. Bu sebeple, bir argümantasyondan bahsedilebilmesi için tartışmaya katılan tarafların kendi bedenleri üzerindeki öz sahiplik yetkilerinin zedelenmemiş olması bir ön şarttır. Tartışmaya katılan her iki tarafın da o zamana kadar sahiplenmiş olduğu malları argümantasyonu desteklemek amacıyla kullanması engellenemez. Basit örnekle; tezinin doğruluğunu B’ye karşı ispatlamak isteyen A, yanında kağıt, kalem, kitap ve bir dal parçası getirir. A’nın bu araçları kullanarak tezini doğrulmaya çalışması mümkündür. B, A’nın bu araçları kullanmasına karşı çıkamaz. Karşı çıkabilmesi için A’nın o araçları B’den veya bir başkasından fiziksel şiddet yoluyla elde ettiğini ispatlaması gerekir. Ancak böyle bir durum yoksa A, sahipsiz malı sahiplenerek (dal parçası) veya gönüllü alış-verişe başvurarak (kağıt, kalem, kitap) elde ettiği araçları kullanabilecektir. Aynı şey B için de geçerlidir. B de yanında diz üstü bilgisayar, hesap makinesi, tartı gibi herhangi bir aracı getirmekte serbesttir. İki taraf da karşısındaki kişinin ilgili mallara erişimini engelleyemez. Engellerse, bunun adı argümantasyon olmaz; yine açık bir fiziksel şiddet söz konusu olur. Öyleyse argümantasyona dahil olan taraflar a-) her iki tarafın da kendi bedeni üzerinde tam söz hakkı sahibi olduğunu, b-) her iki tarafın da bir başka insanla çatışma içine girmeksizin elde etmiş olduğu mallara sahip olduğunu kabul etmiştir. Her iki tarafın da bu ön koşulları kabul ettiğine dair tespit, her iki tarafın da argümantasyona dahil olma eylemini tercih etmelerinden kaynaklanır. Bu eylemin gerçekleşmiş olması, yani iki kişinin özgürce argümantasyona dahil olması, iki tarafın da yukarıda bahsedilen koşulları kabul ettiğinin göstergesidir. Liberteryen ilkeler olan öz sahiplik, homesteading, gönüllü alış-veriş hakkında daha ayrıntılı analiz için şu yazıyı okuyabilirsiniz. 3-) Performatif çelişki Ağzını ve dilini kullanarak “Ben şu anda konuşmuyorum” diyen kişi performatif çelişkiye düşer. O kelimeleri sarf etme eylemi, kişinin konuştuğunu gösterir. Kişinin konuştuğu tespitine onun eylemine bakarak aklımızla ulaşırız. Ancak kişinin ağzından çıkan kelimeler bütünü ise kişinin konuşmadığı iddiasında bulunur. Ortaya çıkan bu çelişki “ben şu anda konuşmuyorum” cümlesinin kesinlikle yanlış olduğunu tespit edebilmemizi sağlar. Bu kısmın önemli olmasının sebebi, ortaya atılan bir tezin yanlışlığının objektif olarak tespit edilmesidir. A, ortaya bir tez atarken performatif çelişkiye düşerse B’nin öznel değer yargılarıyla A’yı yanlışlamasına gerek kalmaz. B, A’nın tezinin doğru olmadığını sadece A’nın çelişkiye düştüğünü göstererek ispatlayabilir. “Öne sürdüğün tez hoşuma gitmedi, o yüzden bu tez yanlış” gibi bir itiraz değil, objektif bir itiraz

“Fikri mülkiyet” aslında neden mülkiyet değildir?

Mülkiyetin temeliyle ilgili yazmış olduğum yazının üzerine fikri mülkiyet kavramına değinmek istiyorum. Liberteryenler arasında tartışma konusu olan birkaç konudan biri fikri mülkiyettir. Fikri mülkiyet kavramı kabaca bir fikrin yaratıcısına, o fikrin uygulandığı fiziksel mallar üzerinde kontrol yetkisi tanıyan bir hakkı ifade eder. Kimi liberteryenler fikri mülkiyetin meşru ve gerekli olduğunu iddia eder; kimisi ise buna şiddetle karşı çıkar. Bu yazı, fikri mülkiyetin reddedilmesi gerektiğini söyleyen görüşü ele alıyor. Mülkiyetin temel şartı: Kıt mal (scarcity) İnsanlar arasında uyuşmazlıkların ortaya çıkması mülkiyet kavramını daha iyi anlamamızı gerektiriyor. Liberteryen doğal hukuk teorisine göre; Bu kuralları neden kabul ettiğimiz sorusu bu yazının konusu değil. Mülkiyetin kazanımıyla ilgili liberteryen teoriyi ortaya koymuş olsak da fikri mülkiyeti bu teoriye nasıl uygulayacağımıza karar vermeden önce kavramın kendisini tartışmak daha doğru olacak. Herhangi bir mal üzerinde uyuşmazlık çıkması ve bu sebeple o malla ilgili kararı verecek olan kişinin tespit edilmesi gerekliliği ancak ve ancak o malın kıt olması durumunda mümkündür. Kıt olmayan mal, mülkiyete konu olamaz. Ancak ve ancak aynı mal üzerinde birden fazla insan anlaşmazlığa düşebilir. Soluduğumuz hava kıt olmadığı için iktisadi bir mal değildir, dileyen kişi nefes alarak havaya ulaşabilir (havanın bir şekilde toplanıp depolanması veya başka bir amaç uğruna birileri tarafından kullanılması gibi durumlarda yapılacak yorum da değişecektir). Hırsızlığa konu olan mal kıt olduğu için iki taraf arasında uyuşmazlık çıkmıştır; yaralama-öldürmenin uyuşmazlığa sebep olması insan bedenin kıt olmasından kaynaklanır. Borçların uyuşmazlık konusu olmasının sebebi sözleşmeye konu olan malların ve paranın kıt olmasıdır. Yalnızca kıt bir mal üzerinde farklı kişilerin farklı talepleri olursa uyuşmazlık ortaya çıkar. Sınırsız olan ve çaba sarf etmeksizin elde edilebilecek olan mal üzerinde uyuşmazlık çıkmaz; dolayısıyla mülkiyet kavramına ihtiyaç olmaz. Fikir/düşünce kıt mal mıdır? Fikir dediğimiz şey insan zihninde belli olguların bir araya gelerek soyut bir görüntü oluşturmasıdır. Fikrin kendisi somut ve kıt bir mal değildir; çünkü her insan herhangi bir fikri başka insanların mülkiyetlerine müdahale etmeksizin benimseyebilir. Basit bir örnekle somutlaştıralım. A kişisi doğada yanıcı olduğunu keşfettiği malları birbirine sürterek ateş yakılabileceğini ve ateşin kontrol altında tutulabileceğini fark ediyor. Bu yöntemin kendisi, başlı başına bir fikirdir. Fikir: “Doğadaki belli kaynakları belli şekilde reaksiyona sokunca ateş elde edilebilir”. Benzer şekilde, belli bir yöntemle ateş yaktıktan sonra ateşin üzerinde et pişirilebilir gibi bir fikir de söz konusu olabilir. B kişisi, A’nın yaptıklarını gözlemliyor ve anlıyor. A’nın doğada uygulamış olduğu fikir artık B’nin ve diğer insanların da zihinlerinde oluşabilen somut görüntüden ibaret. B, aynı yöntemi kullanarak kendi kaynaklarıyla kendi bölgesinde ateş yakıyor. Bu durumda A ile B arasında uyuşmazlık çıkar mı? A, B’nin hırsız olduğunu, kendisinden fikir çaldığını ileri sürebilir mi? B’nin yapmış olduğu şey, insan zihninde var olabilecek somut görüntüyü (bilgiyi, fikri) kendi mallarıyla başkasına hiçbir müdahale olmaksızın uygulamasıdır. A ile B arasında kıt mal üzerinde bir uyuşmazlık yoktur; her ikisi de kendi mülkiyetlerini kullanarak dilediklerini yapmakta serbesttir. İkisi de birbirine saldırmamaktadır. B’nin ateş yakma yöntemini A’dan öğrenmiş olması onun A’nın mülkiyetine saldırmış olduğu anlamına gelmez. A’nın bedeni, fikri, bilgisi ve malları hala A’nın hakimiyeti alanındadır. A, dilediği zaman dilediği fikri dilediği şekilde kullanmaya devam edebilir. Daha sonra B bu yöntemi kullanarak başka insanlar için ateş yakarsa ve bunun karşılığında onlardan mal alırsa A buna itiraz edebilir mi? B’nin A’ya ait(?) yöntemle refahını artırdığı iddia edilebilir mi? Benzer mantık bir mızrakla avlanmak, sağlam baraka inşa etmek için belli malzemeleri kullanmak, tahtaları belli şekilde birleştirerek suda yüzebilen bir araç üretmek gibi sayısız örnek için geçerlidir. Aynı mantık modern ekonomideki herhangi bir fikri mülkiyet için de geçerlidir. Bir şirket belli bir yöntemi ve bilgiyi kullanarak aşı üretmişse artık o bilgi ve yöntem herkesçe bilinebilir hale gelmiştir. (Elbette liberteryen düzende hiçbir şirket üretim yöntemini ve üretimin arkasındaki bilgiyi/fikri açıklamaya zorlanamaz). Yöntem ve bilgi başka insanlar tarafından benimsenmişse artık o insanlar da aynı yöntemi ve kendi mülklerini kullanarak aynı aşıyı üretebilir. Bu durumda yöntemi keşfeden şirketin mülküne bir saldırı gerçekleşmemiştir (üstteki ateş yakma örneğindeki gibi). Aşıyı bulan şirket, başka bir insanın aynı yöntemle aşı üretmesini ve aşıyı diğer insanlara para karşılığı satmasını engelleyemez. Engellerse ilk saldırıyı başlatmış olur. Pratiğe dair endişeler mülkiyet kavramını etkiler mi? Bu noktada insanların aklına bazı sorular takılır. Bilgi ve fikir mülkiyet kapsamına alınmazsa gelişmeler ve icatlar olabilir mi? İnsanların yeni şeyler bulmaya teşviki olur mu? Öncelikle böyle bir endişenin var olması, kıt olmayan bir şeyin mülkiyet kapsamına dahil edilmesini gerektirmez. Mülkiyet kavramını açıklamaya çalışmak, pratik hayatta arzu edilen sonucun ortaya çıkıp çıkmayacağını düşünmekten bağımsızdır. Aksi takdirde bir insan çıkıp köleliğin gerekli olduğunu, kölelik olmazsa insanların pamuk toplamaya teşvikinin olmayacağını da savunabilir. Pratik hayatta arzu edilen bir sonuç varsa eğer, o sonucu arzulayan kişi ve kişiler bir araya gelerek kendi mülklerini kullanacak ve belirlenen sonuca ulaşmaya çalışacaktır. Bir konsept, sadece ve sadece öyle arzu edildiği için mülkiyet kapsamına dahil olmaz. Ek olarak, modern fikri mülkiyet konsepti en fazla 300 yıllık bir geçmişe sahiptir. Günümüzdeki gibi fikri mülkiyet uygulamaları olmadan insanlık binlerce yıl boyunca gelişmiştir, üretmiştir. Son yüzyıllardaki gelişmenin görece daha fazla olmasının sebebi fikri mülkiyet koruması değil, sermaye birikimi, girişim, sanayi devrimi gibi unsurlardır. Fikri mülkiyet koruması olmaksızın insanların roman, şarkı, şiir yazmayacağı, yeni icatların peşinden gitmeyeceği, yeni ürünler ortaya koymayacağı fikri gerçeklikten uzak yersiz bir endişedir. Kaldı ki bir fikri ilk kez uygulayan kişi, belli bir süre için o ürünü piyasaya arz eden tek kişi olacaktır. Diğer insanların o fikri öğrenmesi, o fikrin uygulandığı ürünü piyasaya arz etmek için doğadaki kaynakları ve piyasadaki işgücünü toplaması, fikri daha kaliteli ve daha ucuz bir şekilde uygulaması zaman alacaktır. Bu zaman zarfı içinde fikrin yaratıcısı zaten belli bir refaha erişecektir. Bir süre sonra rakiplerin aynı fikirle üretime girişmesi serbest piyasadaki rekabet dediğimiz kavramın işlemesidir. Yaratılan fikirden kâr etme isteği, sözleşmelerle belli şekillerde uygulanabilir. Günümüzde dijital dünyada bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Kahve makinesinin üretilmesi için gerekli olan fikir mutlaka birileri tarafından ortaya atılmış ve uygulanmıştır. Gezegendeki herhangi bir insanın bu fikri kendi zihninde oluşturup kendi mallarıyla kahve makinesi yapması mümkündür. Ancak kahve makinesi üretiminde teşvik yokluğu gibi bir sorun yoktur. Kahve öğütücü, kalem, elektrik süpürgesi, bulaşık makinesi gibi sayısız ürünün arkasında bir fikir/yöntem yatar. Ancak bu fikir ve yöntem kimsenin tekelinde değildir (ya da olmamalıdır), herkesin kullanımına açıktır. Herkesin aynı fikirleri kullanıyor olması insanları üretimden